the big C

üstünden kanser geçmemiş kaç aile kalmıştır ki şunun şurasında...
bu hassas konuda ellerinden geldiğince komik olmalı ama bunun ciddi bir mesele olduğunu da asla unutmamalılar. ciddiyete fazla takılmamalı ve insanları sıkmamalılar. hayal dünyasında vakit kaybetmemeli ama gerçeklere de öyle ani bir hızla dönmemeliler ki izleyici yolunu şaşırmasın.

the big c'nin yazarları şimdilik (iki bölüm) bunu çok iyi başarıyorlar.



dizinin jeneriğini de çok sevdim.

laura linney'yi severim, burada yılların acısını çıkartıyor, ödüllere doymacağının garantisini veriyor adeta ekranda göründüğü her saniyede. the truman show'dan beri ikincil ama kuvvetli rollerin (mystic river- inanılmazdı bence-, the life of david gale, gibi) vazgeçilmez oyunculuğunu, ilk defa ve ne güzel ki burada üstünden atıyor. hem ailesinin hem de dizinin taşıyıcı kolonu olduğunu hiç unutturmuyor, ama boğmuyor da. (bakınız united states of tara)

oliver platt çok doğal, kocası rolünde 'bir başkasını düşünemezdim' hissi yaratıyor. vespası ve kaskıyla şahane. (çok cool bir mesleği var mesajı ve imajı veriyor, ben daha anlayamadım ne olduğunu, belki de bir sonraki bölümde öğreniriz...)

gabourey sidibe'yi precious'ta izlemedim, precious'ı izlemedim, buna cesaret edemedim, ve galiba edemeyeceğim de, ama anladığım şu ki tek seferlik bir parlama değilmiş onun ki. kendisi öyle hazır cevap ve öyle muzır bir profil çizmekte ki, laura linney'le birlikte yer aldıkları tüm sahneler birbirinden komik.

uzun lafın kısası the big C beklentilerimi kesinlikle boş çıkartmıyor, bir sonraki bölüm için sabırsızlandırıyor ve her dakikası büyük keyif veriyor.

bir göz atın: