geceyarısından önce

jesse ve celine'in filmin ikinci yarısı boyunca bir türlü açamadıkları, açıp da içemedikleri şarap şişesini ben eve gelince açtım. bu satırları yazarken henüz içmeye başlamadım ama kim bilir ne zamandan beri karşımdaki rafta duran şişeden bardağıma doldurduğum ekşimtırak koku seyrele seyrele (?) geliyor burnuma. yani şimdilik tüm sarhoşluğum yediğim patlamış mısırdan.
çok mutluyum.
filmin gidişatından da sonucundan da.
başlangıçta jesse'in peruk gibi görünen saçları harici hiç bir sahtelik barındırmayan (ki o da kanıtlanmış değil sonuçta, benim gereksiz hassasiyetim olabilir) gece yarısından önce, hepimizin, en azından benim, hem erkek hem de kadın tarafı olarak bazen günün her, tercihen daha az, vakti sorduğumuz soruları bir bir çıkarıyor karşımıza.
antraktta önümüzde oturan üniversiteli gençlerden kısa boylu ve yaşına göre endişe verici şekilde toplu olanı, kız, en az 12 dakika sürdüğünü tespit ettiği ilk sekans boyuca aktörlerin repliklerini nasıl da iyi ezberlemiş olduklarına dair şaşkınlığını saklamadı. arkada uyur görünen ya da daha da ilginci uyur rolü yapan ikizlere de ayrıca bravoydu, nasıl da sabretmişlerdi, acaba sadece bir defada mı çekilmişti film. sınıf arkadaşı olması muhtemel genç oğlan tüm filmin bir günde çekilmiş olduğuna kanaat getirdi kızın bu açıklaması üzerine. alkışlar.
onları böyle yorum yapar görünce nasıl da aslında hala üniversitede olmadığımı, aksine, yaşımın jesse ve celine'e akran olduğunu algılayıp yutkundum. ilk filmi sinemada değilse bile vizyona girmesiyle eş zamanda izlemiştim, ikincisini hele, tabii. interrail hiç yapamadım bunca hayalini kursam da, hayalini kurduğum ise interrailden çok trende tanışacağım ethan hawke'tu tabii. (nerede yatıp kalkacağım belli olmadan yolalra koyulamayanlardanım, bunun farkına pek erken vardım, şimdi ne kadar hayıflansam boşuna yeterince çılgın bir genç olamadım diye, balık baştan kokar) bunun için oldukça sıkıcı bir şehir olduğunu duyduğum viyana'ya gitmeye bile değerdi. (şimdi hiç sıkıcı görünmüyor, kimseleri darıltmayayım) ne viyana'ya gittim, ne trende biriyle tanıştım. ama yıllar sonra aşka dönüşen tanışıklıklar ve uzun sohbetler her zaman içimi pır pır ettirdi. bkz when harry met sally. (ilk yudumumu alıyorum, aldım) (bu esnada kate ve william'ın, dük ve düşesimiz, oğullarının doğduğunu ögrendim, çok güldüğüm bazı tweetlerle karşılaşıp, güldüreceğime inandığım birileriyle paylaştım)
jesse ve celine'in hikayesi ne ümit verici, ne can sıkıcı, sadece çok gerçek. filmin karakterlerine iltifatı dozunda, evet uzun bir senaryo ve önümüzde oturan gençlerin bahsettiği kadar var aktörlerin ezber kabiliyeti. ama unutmamalı ethan hawke ve julie delpy, yönetmen ricahard linklater ile birlikte filmin senaryosuna da imza atmışlar. içselleştirip kolayca dışavurma hali de bundan muhtemelen. hem biz neler izledik bugünde dek, jesse ile celine'e şaşırdığımız yok. bkz angels in america. ki incil'i al pacino ya da meryl streep yazmadı yanlış hatırlamıyorsam... bu arada linklater'ın before sunrise'dan önceki kült sayılır filmi dazed and confused'ün 20. yılını kutluyoruz bu aralar, film abd'de 24 eylül 1993'de girmiş vizyona. milla jovovich için hala ümit vaat ediyor bu güzel kız diye düşünülen zamanlar...
kanyonda izlediğimiz filmin salonu neredeyse tamamen doldurmuş olması da pek ilginçti. bir pazartesi akşamı, aylardan temmuz, evet metrekre küçük ama, yine de şaşırtıcı.