merhaba canım,
yeni yıldan önce şöyle son bir sinema keyfim yapayım mı diyorsun? konumuzun yeni yılla ne alakası var diye soruyorsun, haklısın, sinemaya gitmek için eski yıl yeni yıl kaygısı taşımanın ne anlamı olabilir.
bu hafta vizyona girecek en önemli film son umut/the water diviner ya da benim tabirimle son su bulucusu. ha ha ha. russell crowe'la cem yılmaz'ın flörtleşmelerini anlatan bu filmimiz, şaka şaka, bu şakalara bir son versen artık denizcim. efendim şimdi avustralyalı bir çiftçi üç oğlunu birden birinci dünya savaşında ingilizleri savunsunlar diye çanakkaleye gönderir. göndermek istemez tabii adamcağız ama delikanlı bunlar, dinlerler mi! birkaç ay geçtikten sonra üç oğlunun da ölüm haberini alan bu çiftçinin karısı önce aklını sonra hayatını kaybeder. çiftçimiz karısının son dileğini yerine getirmek için, kendisi de artık rahat bir uyku uyumak, oğullarının cansız bedenlerini bulmak için yollara düşer. beden derken iskeleti kast ediyorum, çiftçimizin yola koyulması dört yılı bulmuştur ne de olsa.
son umut'u büyük bir sır gibi saklanan, cep telefonlarının içeri alınmaması ve russell'la cem'in şakacı tavırlarıyla adından söz ettiren 5 aralık günkü basın gösteriminde izledim. filmin ardından yapılan toplantıya da katıldım ve hatta normalde pek yapmam, en öne oturdum oradan izledim, dinledim, güldüm. cem yılmaz gerçekten komik bir adam(arkamdaki ekonomi yazarının da defalarca ve yüksek belirtmekten çekinmediği gibi 'çok komik herif bu cem yaa!'), içinden öyle geliyor. yılmaz erdoğan ise mesela, yarışmacı. son sözü hep o söyleyecek. itici değil, ama sınırda. russell ilk sorunun bir türlü sorulamamasından 'ee ne düşündünüz filmle ilgili' deyip ortamı ısıtmaya çalışıyor. neyse ki atilla dorsay var.
☞
amerikan sinemasının kendileri dahil olmadığından olacak, tüm konsatrasyonunu ikinci dünya savaşına ve yine içlerindeki yahudi çoğunluğu yüzünden bu duruma vermesinden birinci dünya savaşını anlatan filmleri bugüne dek pek izlemedik. (sonra aynı hafta içinde hem fatih akın'ın kesik'i hem de son umut'u izleyiverdik)
oyuncular russell'la çalışmanın güzelliklerini anlata anlata bitiremiyorlar. nasıl da herkesi eşiti gibi gördüğünden, çoğu yönetmenin aksine onların fikrine önem vermesinden, birkaç günde bir buldukları her düz duvara filmin çekilen bölümlerini yansıtarak izlettirdiğinden ve fikir alışverişinde bulunduğundan bahsediyorlar. ayrıca film türkiye'den müthiş manzaralar içeriyor. turist magnet tabir ettiğimiz cinsten bir fenomene dönüşebilir!
binbaşı hasan rolünyılmaz erdoğan, fakat ilk başka crowe'u buna pek ikna edememiş anlaşılan ve rolü alması bir buçuk ayı bulmuş. ilk defa bir rol için ısrar ettiğini, direttiğini anlatıyor, at binmeyi de bu sayede öğrenmiş ayrıca. ve evet, binbaşı hasan rolü gerçekten güzel bir role aşık olduğunu anlatıyor
film avustralya'nın akademi ödülleri'ne en iyi film de dahil sekiz dalda birden aday olmuş, orada çoktan vizyona girdi ama amerika ve avrupa'da görücüye çıkmak için anzak günü'nü bekliyor. nisan sonuna denk geliyor o da.
bence filmin en zayıf halkası olan olga kurylenko'dan içinde neredeyse hiç kadın olmayan senaryodan bir rol beğenmesini istemiş russell. şakacı işte diyorum ya. oyuncuyu burada crowe'a istanbul'a ayak bastığı anda yardımcı olan oğlan çocuğunun batılı bir anlayışla yetiştirilmiş annesi olarak izliyoruz (sarayın doktorlarından olan babası şimdilerde aklını hafiften kaçırmış durumda, ayşe piyano çalıyor, ingilizce biliyor ve savaşta ölmüş olduğunu bir türlü kabul etmek istemediği kocasını bekliyor). türkiye'de gösterilecek kopyada kurylenko'nun türkçe konuştuğu sahnelerin hepsi bir türk tarafından seslendirilmiş. çünkü ne kadar çalışırsa çalışsın türkçeyi bir türk gibi konuşmasına imkan olmadığına hem fikir olmuş yapımcılar ve russell crowe. bu durum ister istemez bir mesafe yaratıyor olga'nın sahnelerinde, çözüm yolu ne kadar mantıklı ve teknik açıdan ne kadar iyi halledilmiş de olsa, kulaklar yanılmıyor. fakat filmi diğer ülkelerdeki gösterimlerinde izleyecek olanlar oyuncunun orjinal sesini duyacaklar...
filmde yer alan ingiliz subayların neredeyse hepsi kötü resmediliyor. crowe'a yardımcı olanlar da var aralarında tabii yok değil. bu konu hakkında oyuncu ve yönetmen ingilizlerle özel oalrak bir derdi olmadığını, sıkıntısının her daim bürokrasiyle olduğunu dile getiriyor. avustralyalıların ingiltereyi hala ana kara gibi gördüklerini de sözlerine ekliyor. (stockholm sendromu?)
water diviner su bulucu (suyun nerede olacağını hissedici, atlara fısılayan adam gibi bir şey) demek. film russell crowe'un bu özelliğini göstererek açılıyor. toprağın altında suyu bulan kişi daha neler neler bulur görmek için bu cuma vizyona girecek filmi izlemelisiniz.
bu arada bu film izlenesi bir film. duygusal bir film. başta da bahsettiğim gibi, değinilmeyen konulara değindiği için, avustralyalı bir kadro tarafından çekilmiş olmasına rağmen tarafsız kalabildiği ve savaş karşıtı olduğu için.
tabii ki klişeler, olga'dan kaynaklı bir ağırlık, sonlara doğru russell'ın iyice simyacı havasına bürünmesi, yine sonlarına doğru kısacık zamanda ne kadar çok iş görülebildiği karşısında bir şaşırtı, yönetmen yardımıyla fazla kolay hallolan bazı işler... var.
bu arada cem yılmaz bu filmde de türkü söylüyor. güzel söylüyor evet, ama biz bunu zaten biliyorduk değil mi? kendisi bir espri tuttu diye çıktığı her sohbet programında aynısını tekrarlamıyordur sanıyorum...
russell crowe bu filmin ilhamını birinci dünya savaşını anlatıldığı bir kitapta yer verilen bir mektuptan almış. mektup çanakkalede görevli bir yüzbaşıdan geliyormuş, 'bugün yaşlı bir adam geldi ta avustralya'dan buraya, oğullarını aramaya' diyormuş mektubunda yüzbaşı hughes. ben bu anektodu çok sevdim mesela. fikir geldi mi geliyor işte dostum, yakalamayı bileceksin!
dardenne biraderlerin iki gün, bir gece/deux jours, une nuit 'si yabancı dilde en iyi film dalında oscar aday adayı olmamasıyla bu hafta gündemimizdeydi. ben filmi izledim ve sevdim, filmdeki tekrar durumunu ise komik buldum, ama rahatsız olmadım. (ha bir evi daha ziyaret edecek olsa belki artık yeter ama diyebilirdim, neyse, gerek kalmadı)
insanları seyreden güvercin/a pigeon sat on a branch reflecting on existence enteresan bir görselliğe sahip. ama ben film boyunca yanımda oturan adamın çiklet çiğnemesine takıldığımdan, ve tabii temposu da hayli düşük olduğundan hakkında öyle pek tatlı şeyler diyemeyeceğim ne yazık ki. yoksa o gün o salonda olabildiğime inanın nasıl da sevinmiştim. #filmekimi14
30 yaşına gelmiş, işinden kovulmuş, eline kadın eli değmemiş arafat, ailesinin ona beğendiği kızların hiçbiriyle evlenmeyi istemez, bir an önce özgürlüğüne kavuşmak için yanıp tutuşur ama ne para ne pul. günün birinde israilli bir kız yeşil kart alabilsin diye onunla para karşılığı evlenmeyi kabul eder. arafat filistinlidir. olaylar gelişir. nikahta keramet var mı?'yı zor izlerim sanmıştım, ama dayandım. arada güldüm bile, ama arkada oturanların kahkahları kadar değil. artık bu hikayeleri daha çok izleyeceğiz diye düşündüm izlerken de. daha çoğu çekildikçe daha iyi de olacaklar. ortadoğunun woody allen'ı diyorlarmış ghazi albuliwi için, basın bülteninin yalancısıyım, yolu açık olsun tabii.
bu hafta vizyona girecek diğer filmler şöyle: ayı paddington; rec 4: kıyamet gecesi ve yusuf yusuf. iyi hafta sonları!