son zamanlarda... bugün*


the americans; gerçek hayatta da çift olan matthew rhys & keri 'felicity' russell

the americans'ın son sezonunu izlemeye başlamak için sezonun tüm bölümlerinin yayınlanmasını beklediğimi söylemiştim. (bir dizi netflix ya da amazon'da yayınlanmasa da sanki oralarda ve hepsi aynı anda yayınlanıyormuş gibi yapmak elinizde. kolay değil. ama elinizde.) (ben de bunu bazen başarabiliyorum yalnızca. her zaman değil.) (hani hava atıyomuş gibi olmiyim.)

sonunda sezon bitti. hatta aradan biraz süre bile geçti. ben o sırada kendimi don draper'a adamıştım bir kez daha. çok da iyi geldi. mad men hayranlığım kat be kat arttı. dizi ilk beşimdeki yerini herhalde sonsuza dek sabitledi, vesaire.



işte bugün de the americans'la vedalaştım.
spoiler vermemem gerekiyor, hepinizi geçtim çok yakın bir dostuma olan sözümden dönmemek adına, kusura bakmayın şu satırları okuyan diğer kimseler. (ciao romi)
o zaman neden yazıyorsun diyebilirsiniz, haklısınız. içimi bir şekilde bir yerlere dökmem gerekiyor da ondan.
orta bir nokta bulayım en iyisi.

altıncı sezona bir video klip havası hakim. ilk bölüm kalbimizi tam ortadan vurup parçalayan crowded house, don't dream it's over ile başlıyor, final bölümünde u2 with or without you ile bitiriyoruz mesela. aradan geçen leonard cohen'leri, talking head'leri saymayayım bile. yani önünüzde klip olmasa bile ağlayacağınız cinsten.

zaten benim bu diziyle ilgili asıl meselem de bu.

1980 doğumluyum, ve 90'larda büyüdüm.
elizabeth ve philip'in evlerine, gardıroplarına, mutfaklarına, salonlarına, ayakkabılarına her baktığımda kendimi gayrettepe'deki evimizde buluyorum.
anne ve babası birlikte çalışan (yoksa benimkiler de şimdi emekliye ayrılmış rus casuslarıydı mı dersiniz?) orta halli bir aileydik. evimizde yemek pişerdi. herkes çalışmasına rağmen akşam yemeği hep birlikte yenirdi. sofraya oturulurdu. yemek yapmıyorsan sofrayı hazırlama görevi senindi. (yani benim.) sonra herkes yeniden görevinin başına dönerdi. elimizde telefonlarımız yoktu. gece yatmadan kitap okunurdu. okuma yazma öğrenilene kadar o görev de babama aitti. o yıllarda yaşadığım en büyük heyecan eve alınan telsiz telefondu, artık koridorda yere oturarak sınıf arkadaşlarımla konuşmam gerekmeyeceği anlamına geliyordu bu.

philip, paige & elizabeth jennings

yani işte evet, son derece nostaljik hislere kapılarak izlediğim ve tatmin olduğum bir sezonu geride bıraktım şimdi.
the americans'la geçen yıl beşinci sezon başlamadan hemen önce tanıştım. zor bekledim onun da bitmesini ki yine arka arkaya izleyebileyim. altıncının final sezonu olduğunu öğrenmem ise buruklukla karışık sevinç yarattı, çünkü daha fazla uzayamazdı, uzamamalıydı. şansları daha fazla yüzlerine gülemezdi ne de olsa jennings'lerin.
aklımda soru işaretleri kalmadı mı? neredeyse hayır. özellikle de elizabeth'in davasına olan adanmışlığı, işindeki disiplini takdire şayandı. (bu sezona dair tek spoilerımı vereyim: tuval sahnesi. daha fazlasını söylememek bir yerlerimde çok fena patlıyor.) philip zaten seçimini yapmıştı. final sezonu en çok da onun açısından uzun bir video klibi andırdı zaten son birkaç bölüme kadar en azından.



love, simon; nick robinson
bunun haricinde bugün uzun zamandır kenarda bekleyenlerden love, simon'ı izledim. klasik bir lise romantik komedisi. ama hikayenin başında gay bir karakter var. onun kendine ve çevresine açılması mesele. sert değil. oldukça anlayışlı bir çevrede geçiyor genelde izlediğimiz hikayelerle karşılaştırıldığında. bugün ülkemizde nedense yürünmesine bir türlü izin verilmeyen onur yürüyüşü günü izlediğimden mi, yoksa kısaca ve çok sade bir aşk hikayesini anlattığından mı, hoşuma gitti. hafif izlemelikler kuşağıda değerlendirmenizi öneririm.

i feel pretty, amy schumer

aynı kuşaktan bir başka önerim de i feel pretty. tabii iki dakika 20 saniyelik fragmanından bir adım daha fazla anlatacak bir şey bulamayan bir film olduğunun da altını çizeyim. benim canım patlamış mısır çekiyordu, bu da arka fona yakıştı, eğri oturup doğru konuşalım. bu arada filmi dawson's creek ve freaks & geeks'ten tanıdığınız (siz cougar town ile de tanıyor olabilirsiniz elbette ama ben onu hiç izlemedim) busy phillips'in kocası marc silverstein, abby kohn'la birlikte yazıp yönetmişler. busy filmde amy schumer'ın en yakın iki arkadaşından birini (diğeri de snl ile gönüllerimizde taht kuran aidy bryant) oynamakla kalmıyor en yakın arkadaşı bağımsız ve karamsar rollerin kraliçesi michelle williams'ı da almış yanına. williams'ın filmde kullanmayı tercih ettiği vokal tekniği konusunda ise kararsızım. 


dün de elimde koskoca patrick melrose olduğunu unutup unabomber izlemeye başladık. bir süredir aklımda olan ama sıralamaya sokmadığım bir dizi. postayla gönderilen bir dizi bombadan sorumlu seri katilin aranması ve bulunması hikayesinde paul bettany ve sam worthington başrollerde. sam worthington'ı avatar'la tanıdık. tatlı bir tipi var. ama neden daha çok görmediğimiz sorusunun cevabıni iki bölümde aldım. iyi bir aktör değil olmadığından.

bu arada westworld de bitti. yayınlanması bitti yani ikinci sezonunun. aç gibi ona da başladık. size bir itirafım var. ben westworld'ü sevmiyorum. hiçbir karakteri sevmiyorum. ölmeleri ya da özgürlüklerine kavuşmaları beni zerre kadar ilgilendirmiyor ve akabinde de etkilemiyor. yine de birkaç bölüm daha izleyebilirim. bilmiyorum, öyle hemen vazgeçmek istemiyorum. bende de var bir androidlik sanırım. neden izliyorum ki bu cümleleri kurduktan sonra? görev bilinci herhalde. 90'lar dedik ya, benim önce irc sonra da icq'daki nick'im android'di. paranoid android yüzünden tabii başka neden olacak...

başka şeyler de izledim tabii. ama the americans'la vedalaşmış olmanın ve zamanda yaptığım nostaljik yolculuğun karnıma yumruk etkisini henüz üzerimden atamadığımdan zırvalamalarıma burada bir son veriyorum. iyakşamlar sevgili izleyiciler.

u2'dan geliyor: with or without you