six feet under |
karantina döneminin ikinci yarısı sayılabilecek bu süreçte neler izlemişim şöyle bir toparlamak istedim... son 10 günüm six feet under'dan başka bir şey izleyemeyerek geçmiş olsa da paylaşabileceğim şeyler yok değil. haşa... ilk yarıda izlediklerim ise burda durmaya devam ediyorlar...
D İ Z İ
WORK IN PROGRESS (izlemeye devam ettiklerim)
izlemeye başladım geçen hafta. ütü yapıyordum, hangi ara yeni sezon gelmiş öyle çok şaşırdım ki bir anda başlayıverdim. ama sonra yine araya six feet under girdi, durdum. şu an final bölümüne gelmiş olduğumuza göre (bitirdik dün gece six feet under'cığımızı hayırlısıyla) yarından (yani bugün) itibaren filan kaldığım yerden devam ederim. gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla her şey tam olması gerektiği gibi gidiyordu jeff'in hayatında. ilk sezonu izlememiş olanlar olabileceği için biraz anlatıyım mı nasıl bir dizi? jeff, yani jim carrey bu sene tom hanks'in oynadığı fred rogers'vari bir çocuk programcısı, çok sakin, inanılmaz yardımsever bir televizyon personası yaratmış kendine. yanlış anlamayın, gerçek hayatında da öyle biri. fakat çok da büyük bir trajedi yaşamış, onun etkileriyle de hala yüzleşmekte. karısıyla (judy greer, hollywood'un en çok çalışan aktörlerinden biri o da maşallah) ayrılar, hatta onun yeni bir sevgilisi var ve bu jeff'i çileden çıkartıyor, kendine hakim olamadığı tek konu belki de. bir oğulları var, müthiş bir casting, böyle yetenekli veletleri nereden buluyorlar anlamıyorum, bravo valla. jeff'in babası menajeri aynı zamanda, frank langella oynuyor onu da, yine süper bir casting. bir de ablası var, yine süper sevgili bir kişi çıkıyor orada da karşımıza: catherine keener. tabii dizinin tadının ne olduğunu tam olarak tarif edebilmem için yapımcılığı (ve pek çok bölümün yönetmenliğini) jim carrey ile birlikte michel gondry'nin paylaştığını da söylemem gerekir. ikisi eternal sunshine'dan tanışıyorlar biliyorsunuz. fantastik damarı yüzünden de öyle her dakika canınızın isteyeceği bir şey olmayabilir, uyarmadı demeyin.
bambaşka bir zamanda geçiyor olmasına rağmen ilk sezonla çok benzer hisler vermeyi başarıyor gibi göründü bana ilk bölümü itibariyle dirty john. amanda peet ve christian slater boşanma aşamasında olan bir çifti oynuyorlar ve ilk sezonda olduğu gibi gerçek bir hikayeyi izliyoruz burada da, tabii yine flashback'lerle dolu. daha kim deli kim kötü anlayamadım açıkçası ama var bir bit yeniği.
bir gaz başladım ama devamını getirip getiremeyeceğimden şüpheliyim. izleyip baya beğendiğim the favourite'in yazarı tony mcnamara'nın imzası olması yetmiyor gibi aynı sarayda çekmişler bir de diziyi. elle fanning rusya'nın kralı petra (nicholas hoult) ile evlendirilen ve yönetimde büyük değişiklikler yapma hayalini kafasına koymuş catherine'i canlandırıyor (helen mirren'ın catherine de the great'ini de izlemiş olabilir ya da izlemek istersiniz belki). bu ikisi dışındaki hiçbir oyuncuya kanım ısınmadı ilk dört bölüm itibariyle. başladığımdan beri aradan geçen haftaların sayısı arttıkça artıyor ve geri dönüş olasılığım da her geçen gün azalıyor, ama hala ümidim var.
uzun bahsetmeyeceğim bir tek digitürk'te bulabileceğinizi eklemek istiyorum. çok seviyorum, her hafta izliyorum, biriktiremiyorum. günümüzde ve los angeles'ta geçen, aynı zamanda da dizinin yaratıcısı olan issa rae'nin başrolünde oynadığı (lovebirds), 30'larının başındaki bir grup siyahinin hikayesi. ırksal mevzular da bol bol tartışılıyor, tartışılmasa bile bilmediğimiz hayatlara konuk olmak güzel ve ufuk açıcı. (bir bolüm kaldı sezon finaline ve bugün günlerden 11 haziran 2020)
buna da başladım ama heyecanım biraz kursağımda kaldı. yalnızca iki kişi arasında tek mekanda geçen monologlu diyalog fikrinin artık çok kereler tekrar edilmiş ve yavan olduğunu düşünüyorum. bunun yine de öne çıkmasındaki ve listeye girmesindeki sebepleri dört ana madde halinde açıklayayım sizlere: stephen frears (yönetmen) + nick hornby (yazar) + rosamund pike (oyuncu 1) + chris o'dowd (oyuncu 2). sadece sekiz bölüm ve her bölüm 10-12 dakika uzunluğunda.
İZLENDİ BİTTİ SAYGISIZCA (ALDATMANIN TADINA VARINCA)
ne desem boş... hala en iyi drama dizisi. bir de benim için final nate'in gidişi. ya da ruth'la claire'in sonunda birbirlerini anladıkları o an. eminim sonrasında da anlaşmazlıklar yaşanmıştır ama ana kız ilişkisini daha iyi anlatan bir şey daha izlemedim sanırım. ilk sefer kadar olmasa da yine çok ağladım, günlerdir patlak gözlerle uyanıyorum. blutv'de başlasın artık da doya doya izleyin.
defending jacob
son haftalarda bir sonraki bölümünü en heyecanla beklediğimiz dizi bu oldu. çok iyi olduğu ve inanılmaz bir tatmin duygusu yaşattığı sanılmasın. başrol oyuncularının oyunculuklarını zaman zaman çok beğendiğim zaman zaman da yerin dibine vurmak istediğim tutarsız anlarla dolu bir sekiz bölüm geçirdik. sonuç olarak oğlu cinayetle suçlanan bir savunma avukatı/savcı (bunları bir türlü anlamıyorum ama sonuçta devlet için çalışıyor işte) chris evans'ın oğlunun suçsuzluğunu kanıtlama savaşıydı izlediğimiz. karısı ve anne rolünde ise lady mary/michelle dockery var. oğlanı da it'ten tanıyorsunuz.
mükemmeldi bence. gloria steinem beğenmemişse de ne yapalım (link koydum ilgili yazıya). sonuçta belgesel izlemedik, gerçek olaylara dayandırılan iyi bir drama izledik. 70'lerdeki eşit haklar hareketini sağ ve sol taraftan anlatıyor dizi. kadın hakları, cinsiyet çatışmaları, cinsel tercihler, ırk çatışmaları, hepsine değiniliyor. kadının yeri evidir diyen kişiyi cate blanchett (phyllis schlalfley), kadın özgürdür ne isterse yapar herkes kendi işine baksın diyeni de rose byrne (gloria steinem) mükemmelen canlandırıyorlar karakterlerini. izlemeye doyamıyorsunuz öyle söyliyim. ödül sezonunda bahsini bol bol duyacaksınız.
böyle olacağını bildiğimden başlamayı 10 gün filan geciktirdim, gece 2'de başlayıp öğleden sonra bitirdim. o da yani araya eşimle kaliteli zaman=heidi filan soktuğum için yoksa kahvaltıda bitirmiş olurdum muhtemelen. yine finalinde bir ekşimiklik bıraktı, ilk sezonunda da öyle olmuştu, bilen bilir spoiler vermeyeyim, ama olması gerekendi. bu sezon mahershala ali girdi bir de oldukça da önemli bir rolde, ben bir görünüp kaybolur sanıyordum ama baya oynamış, bana çok ciddi ve melankolik takılıyor gibi gelir ödül sezonlarının kralı mahershala ama burada o kadar komik anlara imza atıyor ve o kadar iyi bir karakter canlandırıyor ki tadından yenmiyor. allaşkına hemen izleyin. ilk sezon blutv'de. bu da gelir yakında.
büyük sabır göstermem gereken anlar oldu, bazen çocuklara yönelik hazırlanmış bir içerik olmasından bazen ve sıklıkla da heidi'nin başına gelen haksızlıklara dayamamamdan dolayı. franfkurt bölümlerinde olanlara hala inanamıyorum mesela, teyzesinin onu resmen kaçırmış olmasına, dedesinin hiçbir şey yapmamasına, bayan rottenmeier'ın her haline ve tavrına. neyse ki her şey tatlıya bağlanıyor bir şekilde: spoiler alert. sonuç olarak doğru bir karardı, temiz havayı pek soluyamadığımız bu süreçte isviçre alplerine gitmiş kadar olduk heidi'cik sayesinde.
the office ekibinden devamının geleceği daha ilk gününden açıklanan yeni bir komedi. komedi evet ama enteresan bir komedi. yakın gelecekte zihinlerimizin sisteme upload edilip sonsuza kadar yaşamamızın sağlanabildiği yeni bir gerçeklik. yani ölmüyoruz, hayattaki yakınlarımızla iletişimde kalabiliyoruz, yiyip içebiliyoruz ama bunu bütçemizle doğru orantılı olarak yapabiliyoruz. yani eğer çok paramız varsa sonsuza dek tüm imkanların ayağımıza serildiği tatil köyü gibi bir yerde yaşayabiliyoruz. ama paramız yoksa kontürlü bir yaşam bizleri bekliyor, dört duvar arasında, floresan ışıklarının altında. tabii bunların hiçbirini seçmeyip direkt ölmeyi de seçebiliriz. ama seçer miyiz? ahirete yatırım yapmanın önemini vurguladığına göre bu diziyi bir din propagandası olarak değerlendirebilir miyiz? uğur dündar'a sorup geleceğim. azz sonraaaa! şaka bir yana diyor, tavsiye ediyor ve sizleri amazon prime'a alıyorum.
uzun vadeli bir kısa arayışında olanlar! toplanın! superstore'a yıllar önce ilk yayınlanmaya başladığı zamanlarda başlayıp, 'neden olmasın?' demiştim, sonra bir şekilde vazgeçtim, erteledim. öyle izlediğim birkaç dizi daha var ama hepsi de iptal oldu onların o yüzden çok da hata etmemişim demek ki dedim ama bu da yanlış bir bakış açısı tabii: splitting up together ve single parents bunlardan bazıları... her neyse superstore da the office'çilerden geliyor, america ferrera ve mad men'de meme ucunu kesip peggy'ye armağan eden (!) michael gingsberg - ben feldman'ın başrollerde sayılabilecekleri ama her ve gerçekten her karakterin aşırı saçma ve komik olduğu bi süpermarkette geçen bir dizi. yani glenn mi daha komik dina mı garreth mı cheyenne mi yoksa mateo mu yoksa yoksa sandra mı gerçekten cevap vermem imkansız. 1-4. sezon arası amazonda, gerisi pamuk eller cebe şeklinde temin edilebilir (ya da tam tersi)... 5 sezon toplam devamı geliyor. bu noktada 6. sezon itibarıyla america ferrera'nın kadrodan çıkıyor olduğunu da belirtmem gerekir. onsuz nasıl yürüyecek işler, göreceğiz.
sonuna kadar izledim sırf nereye gidebileceğini anlamak için. yani romantik miydi yoksa polisiye mi hala emin olamıyorum. ikinci sezona yeşil ışık mı yaktılar onu da anlamıyorum. bir yandan phoebe'nın kaleminin direktliğinin hissedildiği bir yandan da o sıcaklık ve samimiyetten eser olmadığı, aceleye getirilmiş, cast desen hiç olmamış, ne anlatmak istediğine asla karar verememiş bir dizi izledik. şaşırtıcı olduğu kadar üzücüydü de. hbo ne düşündü bu işe greenlight ederken gerçekten çok merak ediyorum.
aşırı hızlı bir sezondu. gelişi de büyük sürpriz oldu, hiç beklemezken, o anı hiç unutmicam, küçük mutluluklarımıza sarılalım. neyse, bu sezon normalden biraz farklıydı, bölümler aşırı takipkardı yani. ama ben her haliyle seviyorum kendileriyle dalga geçmeyi bilen bu kadınları. hele de çocuklular daha da iyi anlayacaktır bazı şeyleri belki ama ben de empatik birisi olduğum için anlayabilsdsn;sl şaka bir yana henüz izlememiş olanlarınızı çok kıskandığım işlerden.
community
daha önce ilk 3 sezonu bitirmiş olduğumuzu birkaç bölümü tekrar izledikten sonra anlayıp dördüncü sezonuna başladık community'nin. tüm iyi niyetimizle denemiş olsak da bu ilişkiyi daha fazla yürütemeyeceğimizi çok geçmeden anladık. kısa süreli uzun vadeli bir şeyler arayanlara tavsiye de edebilirim (süper kadro danny glover filan) ay boşverin allaşkına (o ne abi öyle komedi mi psikodrama mı) da diyebilirim. seçim size kalmış. netflix'te var, amazonda da var.
her hafta hiç sektirmeden izlediklerimden biri de bu oldu. zaten hep öyle, gerçi geçtiğimiz yıllarda biriktirebilmişliğim de oldu ama bu sefer yapmadım öyle ve bu şekilde izlemek çok iyi geldi. en iyi sezonuydu diyebilir miyim? evet diyorum ve dedim. bir de öyle bir bitti ki sanki yarın devamı gelecekmişcesine. post prodüksiyonu karantina dönemine denk geldiğinden bazı hızlı kararlar almış olduklarını ve erken kesmiş olabileceklerini de düşünmüyor değilim bu arada...
hannah gadsby: douglas
hannah gadsby'nin ilk netflix özeli nanette'i ne çok sevdiğimi her fırsatta dile getiririm. bunu da sevdim ama nanette'in sürprizli başarısına sahip değil, onun gelişi çok beklenmedik, karnınızın üzerine oturuşu çok sert ve bir o kadar da anlamlıydı. ama hannah gadsby hala aynı insan ve fikirleri de hala bir o kadar değerli.
F İ L M
çok eski bir arkadaşım olan co amado'nun yapımcılığını üstlendiği film gezi zamanında geçiyor. sokağa çıkmalı mı çıkmamalı ana tartışması üzerinden çeşitli karakter incelemeleri yapılıyor. kenan ece'nin karakterine bayıldım. aradan geçen zamanda bakış açımızda bir şeylerin değişebileceğinin de kanıtı bir iş. zamansız diyebilir miyiz? evet. yerli yapımlardaki en en en en büyük sorun olan diyalog yazamamanın da önüne geçmiş yazar ve yönetmen michael önder. çok sevgili bir insan damla sönmez çok iyi, bir başka sevgili insan ege kökenli de öyle. birebir tanıdıklarımı önce yazdım, ama herkes iyi, filmin süresi de öyle, hiç uzamıyor, söyleyeceğini söyleyip sizi düşünmeye sevk ediyor. bu arada bir de poker öğrenmeye başladım. şimdi en azından filmlerde görüp de aşırı tuhaf gelen ellerin neden kazanabileceğini az buçuk anlar oldum.
herkesin çok hoş göründüğü bir film. bunun dışında bir numarası yok.
saçma ötesi vakit geçirmelik 1 (netflix)
saçma ötesi vakit geçirmelik 2 (netflix)
network ile üç yayınlık bir yolculuk yaptık karantina sürecinde buyrun bu da linki eğer izlemek isterseniz. bir başlığımız da clueless ve 90'lar modasıydı. fırsat bilip yeniden izledim tabii. hala çok iyi. (netflix)
jane austen'ın emma'sı clueless'ın belkemiğini oluşturuyor. clueless'i ilk izlediğim yıllarda bunun farkında değildim. çok sevdiğim uyarlamalara sahip austen'in en az sevdiğim uyarlaması olduğunun da altını çizeyim emma'nın. 2020 yapımı olanın yanına yaklaşamadım hatta çok istesem de, ama bu gwyneth paltrow'lu versiyon kalbimin kapılarını biraz olsun araladı.
'eskilere gidelim bildik yerden izleyelim serisi'nden nicedir yeniden tadına bakmak istediğim inception'ı da izledik birkaç hafta önce. ilk 45 dakikasından sonra ilgimi yitirdim. acı ama gerçek. matrix'ten ne çok etkilenmiş bir de onu düşündüm.
'eskilere gidelim bildik yerden izleyelim serisi'nden çok eğlenceli bu ikilinin bir üçüncüsünün çekilmesini canı gönülden istiyorum fakat en az üçüncü kez izlerken konuyu bilmekten kaynaklı biraz sıkıldığımı da itiraf etmem gerekir.
'eskilere gidelim bildik yerden izleyelim serisi'nden hiç bir zaman sıkmayan her izlediğimde ayrı keyif aldığım lotr izlemek için karantinanın son günlerine dek sabretmiş olmamıza ben de inanamıyorum. sırada jk rowling'n talihsiz açıklamalarına rağmen harry potter var onu da söyleyeyim, fazla bile bekledim!
'eskilere gidelim bildik yerden izleyelim serisi'nde bir sıkıntılı izlence de bu oldu. yani hem çok seviyorum ve değerli buluyorum hem de birçok şeyi unutmuşüm izlerken yeniden hatırladım hem de sorun bende filmde değil bir sıkıntı gelmiş belli ki üstüme siz hemen izleyin.
şimdilik bu kadar efendimis kıymetlimis, lütfen kendinize dikkat etmeye sokağa çıkarken gerekli önlemleri almaya ellerinizi sık sık ve özenle yıkamaya devam edin.
xoxo,
deniz
şimdilik bu kadar efendimis kıymetlimis, lütfen kendinize dikkat etmeye sokağa çıkarken gerekli önlemleri almaya ellerinizi sık sık ve özenle yıkamaya devam edin.
xoxo,
deniz