2020'nin en iyi (tüm) dizileri


ilginç bir sene geçirdik. çok büyük konuşmamak lazım bazen, hep evde kalmayı isteyen biri olarak bunu fazla dilemiş olabilirim, başımıza gelenlere bak! tabii bir yandan da çok hazırlıklı yakalandım, o açıdan iyi oldu, kocam da ben de çoğu zaman evden çalışan insanlar olduğumuz için en azından aynı çatı altında gereğinden uzun saatleri birlikte geçirme konusunda oldukça tecrübeliydik. tabii yine de çiftlerin birbirlerini ne zaman yalnız bırakmaları gerektiğini anlamaları kolay olmuyor. kibarlık, anlayışlılık gibi başlıklar altında kendimizi farkında olmadan çok sıktığımız anlar olabiliyor mesela. bizim için, yani benim için en temel sorunsallardan biri, 'bir diziyi izlemeye atilla'yla mı başlamalı yoksa yalnız başıma mı?' idi, bu görevi bazen bahsi geçen dizinin bazı bölümlerini birkaç defa izleyip onu daha sonra dahil etmek kaydıyla, bazen de atilla'ya çeşitli listeler hazırlayıp ortadan kaybolma şeklinde kalbini kırmadan tamamladığıma inanıyorum. 

bunun en taze iki örneği the undoing ve the flight attendant oldular. the undoing'e tek başıma başladım ve aslında başlar başlamaz da onu aldatıyor gibi hissetmeme rağmen kendimi durduramayıp izlemeye devam ettim ve ikinci bölüme bile geçtim hatta ama yedi dakika kadar izledikten sonra pause tuşuna basmayı sonunda başardım ve kocamı yanıma çağırıp elimizde güzel bir dizi olduğunu, biraz sabırlı ve hafta izlemeye razı olursak pişman olmayacağımızı anlattım. the flight attendant'ta ise kendimi bir türlü durduramadım, bir de ilerleyen bölümler beklenenden hızlı yayınlanınca ipin ucu iyice kaçtı ve bahsini bile etmeden finali tek başıma yapıvermiş buldum kendimi. e fena mı oldu, onu bekleyen güzel bir dizi var işte. burdan çıkarılacak sonuç ne? iletişim en önemli şey bu hayatta!

"bu senenin en iyilerine gelecek olursak, şu an bu satırları yazarken hala nasıl kategorize edeceğimi bilmiyorum gerçekten, bir sıralamadan çok bu sene neler izlediğimin hepsi ve her biri gibi bir temada ilerliyorum hatta şimdilik, ama faydalı olabilmek adına elimden geleni yapacağım..."
bu satırları yazmamın üzerinden 24 saat geçti ve kendime hakim olamadan izlediğim neredeyse her şeyi sıraladım burada. sıraladım diyorum ama bir sıra yok aslında. daha acımasız davranarak onu da yapacağım. yaptım. şimdilik, "ne izleyeceğim?" diye düşündüğünüz zamanlar için elinize hazır geldiğine sevineceğinizi ümit ettiğim bu uzun listeyle karşınızdayım.

y e n i l e r (2020 yılında başlayan diziler)
i may destroy you: yumruk gibi çaktı bu dizi. daha dürüst bir şey izlemedim, uzun zamandır diyecektim de belki de hiç izlemedim. michaela coel ne biçim bir cevhermiş chewing gum izlerken anlamamışız meğer. kolla kendini phoebe waller bridge (böyle söylemlerden de nefret ederim, ikisi bir arada pekala da varolabilirler, geri alıyorum bu bayat esprimi o yüzden). kendi başından geçen bir taciz olayını anlatıyor dizide coel. ama sadece buna indirgemek eksik, yanlış bu diziyi. arkadaşlıklardan da derinlemesine bahsediyor, en iyi başardığı şeylerden biri de bu belki. günümüze, güncelimize çok güçlü bir ışık tutuyor. seçtiği konunun hassasiyeti yüzünden değil, bunu anlatmayı çok iyi becerebildiği için burda olduğunun da altını çizmek isterim ayrıca.
zoey's extraordinary playlist: kalbimi en çok ısıtan dizisi bu yılın. kolay izlenir, neşeli olduğu kadar da duygusal bir şey arıyorsanız tam size göre. biraz da müzikal, ama zaten başlığı bunu ele veriyor sanırım.
the queen’s gambit: yılın en güzel sürprizlerinden. bir oturuşta biten şahane, neredeyse masalımsı hikaye!
how to with john wilson: yeni bitirdim ve sürekli diziden anekdotlar aktarırken buluyorum kendimi çevreme. çevrem derken, atilla'ya. john wilson'ın kişisel yaklaşımı, tespitleri, hunharca çektiği detaylar üzerine detaylar gerçekten çok komik ve bir o kadar da gerekli bir dizi. yalnızca altı bölüm olması üzücü, ama neyse ki devamı geliyor!
the undoing: hafta hafta izlemesi kesinlikle heyecanını artıran bir dizi. gidişatından çok daha sönük olan final bölümünde daha az hayal kırıklığı yaşarsınız böylelikle.
industry: olup biteni teknik anlamda anlaması benim için zor olsa da-finans piyasası- rekabetin bol olduğu bu dünyada kendini kanıtlamaya çalışan bir takım yeni mezunların mücadelesini izlemek kesinlikle kayda değer bir tecrübeydi. ikinci sezonu da gelecek.
mrs america: müthiş kadınlar bir araya gelip 70'lerde yaşanan ama günümüzde de ne yazık ki hala yaşanmakta olan kadın hakları, feminizm, eşitlik üzerine gerçek olaylara dayanan ama belgeselleşmeyen bir iş çıkardılar. cate blanchett, rose byrne, sara paulson, margo martindale, uzo adouba...
ted lasso: bu yıl beni en keyiflendiren dizilerden biri daha. onun da ikinci sezonu geliyor. şükür. hakkında ayrıntılı bilgi için bu cümlenin üzerine tıklayabilirsiniz.
high fidelity: hala neden elimizden alındığını bilmediğim ve anlamadığım bir dizi. bu sene glow'la, i am not okay with this'le de aynı şekilde manasızca vedalaşmak zorunda kaldık. ama bunun yanı sıra sabrina 4 sezon devam etti. zevkler ve renkler tabii de, çok yazık edildi. sonuç olarak high fidelity nick hornby'nin aynı adlı romanından uyarlandı önce beyaz perdeye şimdi de televizyona. dizi hulu'da yayınlanmıştı, başrolünde ise zoe kravitz vardı.
unorthodox: inat etmiştim bunu izlemeden bir süre, ama çok yanılmışım, müthiş duygusal hatta heyecanlı bir diziydi. ilk lockdown'ımızın kraliçesiydi diyebilirim hatta.
i hate suzie: başrolündeki suzie'nin sürekli ama sürekli yanlış seçimler-hem aksiyon hem de ağzından çıkanlar-yapmasıyla izlemesi zaman zaman sıkıntı veren bir dizi olsa da işte belki de tam bu yüzden, ya da belki yakın zamanda izlemiş olduğumdan, yeri, hissi sağlam bir dizi olarak oturdu içime. billie piper harikaydı. geri kalan oyuncuların hepsi de aynı şekilde. 
normal people: hissi, rengi, müzikleri, çekim kalitesi, hikayesi... güzel. ama benim en iyilerimden biri değil. bu listede olma sebebi hakkında çok konuşturmuş olması, kitabı okudun da mı izledin yoksa kitabı okumadan mı izledin muhabbetini de buraya usulca bırakıyorum (idil'cim en çok da selamlarımı gönderiyorum).
we are who we are: luca guadagnino dizi çekecekmiş dediler geldik. italya'da bir amerikan üssü ve buradaki army brat'ler arasında yaşananlar. kendi küçük kapsül hayatlarından dünyaya açılma ve büyüme sancıları. yakın zamanda tekrar call me by your name'i izleyince w.a.w.w.a'ın fraser'ı ve c.m.b.y.n'in elio'sunun ne kadar benzediklerini de gördüm, keşfetmedeki o telaşları, yalnızlıkları, sevgileri. son bölümde bir de kendilerini bologna'da buldular (okul memleketim), kalbimi biraz o yüzden ya da genel italyanlıkları yüzünden fethetmiş de olabilirler doğrusu.
upload: amazon'un kısıtlı listesinin en iyilerinden. konusu: "ölünce nereye gideriz?" duygusala hiç bağlamadan olayı teknolojiyle çözmüşler, bizi bir memory stick'ten ibaret kılmışlar ve paramızın yettiği bir cennet uygulamasına upload etmişler diye düşünün. işte dizi bunu anlatıyor. hem de dünyadaki sevenlerimiz tanıdıklarımızla hala irtibat halinde olabiliyoruz! ikinci sezon yolda. the office ve parks and recreation'ın yapımcısı greg daniels'ın dizisi olduğunu da yazmamazlı etmeyeyim yukarda anlattıklarım size yetmediyse.
bir başkadır: kasımda aşk başkadır dedirten bir dizimiz. bir gün geleceğini biliyordum ama o günün fragmanının yayınlanmasından yalnızca bir hafta sonra olacağını asla tahmin etmiyordum. berkun oya'nın yeri bizim ailede biraz başkadır. şu makalesinde anlattığı halıcı da babamdır, yollarımızın nasıl kesiştiğine oradan şahit olabilirsiniz. ama bu onu ve işlerini hep sevmemiz gerektiği anlamına gelmiyor tabii, yani bir survivor ünlüsüne de dönüşebilirdi, dönüşmedi, bu örnek de nereden aklıma geldiyse. bir başkadır bana beni anlatır gibi oldu kimi zaman, çok güzel oynandı, çok güzel konuşuldu, belki de ilk kez diyalog dinledik kendi içimizde büzülmeden utançtan ya da sıkıntıdan. güzel müzikler dinledik, ışık izledik, kamera hareketi izledik, dekor izledik. arkasından da ne çok konuştuk, ne güzel sohbetler açtı. minnettarım.
love 101: iki çok başka yerli arka arkaya. ben love 101'i sevdim, izlemekten çok keyif aldım, eğlendim, kendi lise yıllarıma gittim, hiç böyle maceralar yaşamadığıma hayıflandım. ikinci sezonunu merakla bekliyorum, umarım hayal kırıklığına uğratmaz.
i am not ok with this: sex ed ile the end of the fucking world arası bir yerde konumlanan, yeni jenerasyonun en sevdiğim aktörlerinden sophia lillis'in başrolünde oynadığı bu fantastik dizi ikinci sezon onayını almış olmasına rağmen sonradan iptal edildi. hala bir anlam veremediğim netflix kararlarından.
feel good: "bu da neymiş, bir bakayım," diye başlayıp bir oturuşta bitirdiğim, komedi ve dramı güzel harmanlayan bir müptelalık, stand-up'çılık dizisi. tarihi kesinleşmemiş olsa da ikinci sezonunu 2021'de izleyeceğiz. lisa kudrow yan rollerden birinde ve çok iyi bu arada. yaratıcısı ve başrol oyuncusu olan mae martin'le de tanıştğımıza çok memnun olduk.
love life: bu yıl mayıs ayında yayınlanmış olsa da kendinen pek bahsettirmediğinden anca birkaç ay önce izleyip bayağı da memnun kaldığım, geçen yılın modern love'ını andıran bir apple tv dizisi. ikinci sezonu bambaşka bir cast ve hikaye ile olmak kaydıyla, yolda.
devs: benim bu senemin en iyilerindendi. industry'de bahsettiğim gibi, bambaşka bir konu olmasına rağmen genel hatlarıyla ancak hakim olabildiğim meseleler, burada konu quantum fiziği, ama bu diziyle bağ kurmanızı asla engellemiyor. bir de tabi ron swanson/nick offerman gerçeği var. çok seviyorum. ama buranın asıl yıldızı elbette başroldeki, daha önce maniac ve ex-machina'da izlediğimiz, sonoya mizuno. 
mythic quest: raven's banquet: çok eğlenceliydi bu da! hızlı kısalar listenize hemen alın eğer henüz izlemediyseniz. ikinci sezonu da yolda.
the flight attendant: seneyi son anında yakalayan ve hızlı anlatımıyla beni derhal içine alan, hakkında bugüne dek pek fikir sahibi olmadığım caley cuoco'yu da sevdiren bir işti. rosie perez, zosia mamet ve michiel huisman rollerine yakışmışlardı ama bence dizinin iki yıldızı: acımasız kiralık katil rolündeki michelle gomez ve fbi ajanı rolündeki merle dandridge idiler. bunun da ikinci sezonu onaylandı ve i'm kesinlikle in.
dash and lily: aptal ve uyduruk bir şey izleyeceğimi sanırken, gayet tatlı bir dizi izlerken buldum kendimi. noel ruhunu yansıtan, new york kışında çekilmiş young adult bir üçlemenin ilk kitabının uyarlaması. yani ikinci sezon olasılığı kuvvetle muhtemel.
hollywood: ben hollywood'u sevdim. umutlu sonu beni mutlu etti. ayrıca müthiş bir prodüksiyondu bu manada ryan murphy'nin eline su dökebilecek çok az yaratıcı var bu piyasada.
quiz: ben buna bayıldım! bulun bir yerlerden ve izleyin mutlaka. üç bölüm ve 2001'de kim milyoner olmak ister'de yaşanan hile skandalını anlatıyor. başrolde matthew macfadyen, sian clifford (fleabag) ve michael sheen.
blackaf: bu senenin kesinlikle en iyilerindendi bu da. ikinci sezon haberini en nefesimi tutup beklediklerimden. neyse ki geldi o mutlu haber. hollywood yapımcısı kenya barris'in reisi (!) olduğu siyah bir ailenin varoluş amaçlarını kendilerine kanıtlama çabası diyebilir miyiz konusuna? bütün bölümlerin başlıkları 'because of slavery'den nasibini alıyor, kendiyle dalga geçerek gerçekleri de suratımızın ortasına kibarca yapıştırıveren zeki, akıcı bir senaryo.
masumlar apartmanı: ilk kez yerli bir diziye böyle takılmış durumdayım. çok mutlu ediyor beni. ayrıca bir diziyi herkesle aynı anda izlemenin tadına varıyorum. iyi ki varlar gülben'ler safiye'ler. gelmeyin üstüme. alev alev ve sadaktsiz de bu anlamda portfolyoma katmış olduğum iki yeni dizi son dönemde. her birinden farklı tatlar alıyorum, her birinde farklı hikaye örgülerinin peşine düşüyorum.

the righteous gemstones: bu da ece arkadaşım sayesinde keşfettiğim bir yapım oldu. bein connect'te bulabiliyorsunuz ve ikinci sezonu da geliyor. amerika'nın güney eyaletlerinden birinde inanç pazarlayarak büyük servet kazanmış bir ailenin hikayesi. john goodman da babaları. tavsiyeli.

war of the worlds: temposu biraz düşük olsa da kendini izlettirmeyi başaran uluslararası bir yapım. gabriel byrne başrolde. blutv'de bulabilirsiniz.

space force: steve carell var, john malkovich var, komiklik var, ama ne biliyim, glow iptal edilip de buna ikinci sezon onayı verilmesini biraz 'şey' buluyorum.

unsolved mysteries: bunun da ilk sezonu oyaladı beni bir süre itiraf etmeliyim ki. uzaylılar tarafından kaçırıldıklarına inanan kasabalılarla babaları tarafından katledilen fransız aile bölümleri özellikle favorim oldular.

intelligence: ross'un yeni dizisi, ingiliz, komik, ikinci bir sezonunu daha izlerim, ama kalbime çok da dokunmadı yani.

defending jacob: bu fena sayılmayacak bir polisiye gerilimimizdi. chris evans müthiş sempatik bir insan, onu ekranda izlemek her türlü iyi geliyor. bakın deneyin göreceksiniz. konusu da şöyle bir çocuk ölü bulunuyor, savcının (evans) oğlu da baş şüpheliler arasında. oouuwww yaptı mı yapmadı mı?)

a teacher: henüz sezonu tamamlanmadı, fakat merakla izliyorum. merakla demeyeyim de, çünkü ne olacağı baştan belli, çünkü o kadar saçma ve önlenebilir ki, ama işte önleyemiyorsun bazen onu da hissettirmeyi başarıyor. 17 yaşındaki öğrencisiyle bir ilişki yaşamaya başlayan bir öğretmenin hikayesi.

the duchess: bunun başrolündeki katherine ryan zaman zaman fazla gelebilir ama dizinin aynı zamanda yaratıcısı da olan bir komedyen kendisi ve dizilerini yapabilen komedyenlere saygım sonsuz.



devamı gelmese de olacak yeniler:
the outsider: bunun da ikinci sezonu yolda (hbo'da çekildi ama proje devam edecek gibi görünüyor, romanından uyarlanan stephen king konu hakkında net konuşmuş) ama yani çok mu güzeldi? iyi başlamıştı ama sonra uzamış ve dolayısıyla da baymıştı. ama merak uyandırıcı bir hikaye ve ben mendelsohn ile cynthia erivo'nun başını çektikleri kadro bayağı iyiydi. 
ratched: bu belki de hollywood'dan neredeyse hemen sonra izlediğimizden, beni çok tatmin etmedi. 'ruh hastası' tanımının içini asla dolduramadı hemşire ratched'ımız, ayrıca hikaye bir o yana bir bu yana savruldu da savruldu, ilk bölümlerde anlatılanla finalde vardığımız nokta birbirinden oldukça uzaktı.
run: bizim büyük hayal kırıklığımız. phoebe waller bridge'in adını, hbo, merritt wever ve domhnall gleeson'la birlikte görünce daha fazla ne isteyebiliriz ki demiştik ama iki artı iki dört edemedi ne yazık ki. ne karakterlere ısınabildik ne hikayeye. phoebe'nin takma saçları hele, hiç olmadı.
the great: ben bunu bitiremedim. kötü olduğundan değil, üzerime üzerime geldiğinden. bir de mekan meselesi var tabii. the favourite'ten sonra bir de nicholas hoult'la aynı tür bir setting'de karşıma çıkınca ilgimi kaybettim. ama kenarda bekletiyorum. onun da ikinci sezonu geliyor.
lovecraft country: ilginç bir tecrübeydi bu. sevmedim de diyemiyorum ama bana ne kattı, izlemesem ne kaybederdim ve size neresinden tutup da önereyim hakikaten bilemiyorum. özgür tavrı belki, bir çeşit delilik hali, her bölümün o kendine has masalsı maceralığı mı, bilemiyorum...
raised by wolves:bizim büyuk hayal kırıklığımız number 2. yok ridley bacım, olmadı.
little fires everywhere: bence reese witherspoon bu işin içinde yer almamalıydı. big little lies'dakine bu kadar bezer bir rol seçmemeliydi ya da en azından kendine. açgözlü davrandığını düşünüyorum. şablon dizi adeta. 
i know this much is true: yani. hiç özlemem, ama kötü müydü hayır. zaten mini dizi. yani özlesen de ne yapıcan deniz'cim.
haunting of bly manor: ilk sezonunu o kadar sevmiştim ki ikinci sezon büyük hezeyan yarattı bende. bir kere korku dizisi değil ikinci sezon onu bir netleştirelim. dram dizisi olarak da el alınacak hiçbir hüneri yok onu listelerde öne taşısın.
your honor: bu konuda henüz bir şey demek için belki erken ama ben umduğumu bulamadım burada ikinci bölüm itibariyle ne yazık ki.

emily in paris: emily''yi buraya koymamak ayıp olurdu çünkü hem çok hızlı tükettik hem de üzerine bayağı bir konuştuk. yani sabun köpüğünün de köpüğü ama böyle dizilere de ihtiyaç var. ha bir de çok çekici bir takım fransızlar var onlara da bakmak sevap.

locke & key: inanmayacaksınız belki ama bunun daha ikinci sezonunu bile izlemedik ama üçüncü sezon onayını aldı. yani biraz teenage olmasının yanı sıra çok da keyifsiz sayılmazdı, yine de ikinci sezonu izleyip izlemeyeceğimden emin değilim.

everythings gonna be okay: please like me'yi ve josh thomas'ı ne kadar sevsem de bunun sonunu getiremedim. hatta getirmeye de çalışmayacağım. çünkü kendi kendisinin bi

spinning out: zaten hemen iptal oldu bu yazık. en çok da january jones'a üzülüyorum çünkü olmadı olamadı bir türlü betty draper sonrası. hani bi last man on earth ama orda da en zayıf halkaydı yani eğri oturup doğru konuşalım. 

snowpiercer: zaten filmini de sevmemiştim, buna rağmenbir şans tanıdım dizisine, ama yok, lüzumsuz.

dirty john the betty broderick story: hala tam olarak vazgeçmemiş olsam da nasıl bu kadar uzatabildiklerini anlamadığım bir dizi. ilk sezonu kesinlikle çok daha iyiydi. bu sezon amanda peet ve christian slater'a rağmen olamıyor bir türlü.



d e v a m  e d e n l e r
ramy s02: ikinci sezonuyla ilginin başarısını yakaladı üstüne de bir şeyler katmasını bildiyse bizdendir. ilk sırada olmasının sebebi bu.
the mandalorian s02: ilk sezonu güzeldi ama ikinci sezon beni kendine daha çok bağladı. star wars'cu bir birey değilim, hani onunla büyüyen o çocuklardan değilim filmleri ilgiyle izlesem de bir lord of the rings ya da harry potter değil benim için fakat bu dizi sayesinde kendimi çok daha yakın hissettim o fan kitlesine. ve tabii baby yoda, artık ismini de bildiğimiz grogu ve o final bölümü. üçüncü sezonunu izleyeceğimiz 2021 aralığını gerçekten iple çekiyorum.
the crown s04: hiç şaşırmadım beni bu denli tatmin etmesine. bugüne dek hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı zaten ve beşinci ve altıncı sezonlarıyla da bunu başaracak.
the boys s02: çok iyi the boys. her bölüm çok iyi bir marvel filmi izliyormuşsunuz gibi düşünün.
insecure s04: ilk gününden beri çok sevdiğim. keşke daha çok bölümü olsa.
pen15 s02 (part 1): benim canım kızlarım. yine güldürdünüz yine ağlattınız. hadi yeni bölümleriniz gelsin ÇABUK!
after life s02: canım ricky. sen hep yaz, hep çek, hep oyna, biz de izleyelim.
search party s03: dördüncü ve final sezonu ocakta geliyor. böyle bol search party'li bir yıl geçirebildiğimiz için çok mutluyum.
the good fight s04: hiç bitmesin istediğim dizilerden! bu sene de yine baya iyiydi, tek kötü yanı normalden daha kısa bir sezon izlemiş olmamızdı ama ona da şükür şu pandemi gündeminde.
curb your enthusiasm s10: canım larry david.
ozark s03: bu da dörtte veda edecek bize. burada önemli olansa dördü ne zaman izleyebileceğimiz.
sex education s02: çok seviyorum bu delikanlıları ve gillian anderson'ı.
big mouth 04: ergenlik wins ve bu salakların sayesinde. 
the new pope 02: bi itiraf gelsin mi? ben ilk iki bölümden sonrasını hala izlemedim the new pope'un. şaka değil, gerçek. neden inanın ben de bilmiyorum.
schitt's creek s06: izlemek için verdiğim tüm emeklere değdi. neden gelmiyor ülkemizin bir kanalına ya d aplatformuna halen anlamış değilim. dünya komiği.
umbrella academy s02: bu da sonradan kanıma girenlerden, ikinci sezonundan da çok memnun kaldım. yaz yaz izledik iyi geldi.
killing eve s03: ya bu ilk sezondan sonra anlamını yitirdi benim için. ama villanelle öyle iyi bir karakter ki vaz da geçemiyorum.
shrill s02: çok seviyorum shrill'i, üçüncü sezonu da yolda. snl'in aidy bryant'ı başrolde, lindy west'in shrill: notes from a loud woman isimli romanının bir uyarlaması. pozitif beden algısı, ilişkiler, iş hayatı, 30'lar ve portland. 
what we do in the shadows s02: bunu yeni izlemeye başladım ve henüz ikinci sezonuna gelmedim. girişte bahsettiğim 'atilla'ya ayıp ediyorum galiba' kategorisinden birlikte izleyebileceğimiz zamanlara sakladım. ama tam benlik, zaten filmini de sevmiştim. absürt komedi hem de vampirli. i love vampirs.
ap bio s03: bunu da bu yaz keşfedip hemencecik mideye indirverdim. üç sezonu var ben hepsini arka arkaya şey ettim. siz de edin neden? çünkü komik. yani kendini biraz tekrarlıyor elbette ama iyi. it's always sunny in philadelphia'nın glenn howerton başrolde, işinden atılan bir felsefe profesörü büyüdüğü kasabanın lisesinde biyoloji öğretmeye başlar. ama öğretmez. geri kalan kadro da çok iyi başta patton oswalt ve paula pell olmak üzere.
fargo 04: henüz başladık bunu izlemeye ama ilk bölüm çok heyecanlandırmadı açıkçası. yine de fargo severim diye devam edeceğim.
barry s02: bu da çizgisini bozmadan ikinciyi devirenlerden. öyle iyi yan karakterler var ki. bir de bu sezon özellike beşinci bölümdü sanırım, öldürmeye çalıştıkları birinin ondan daha cevval 9 yaşındaki kızıyla kovalamaca oynuyorlardı. en iyi kısa film oscar'ı filan almalı o sahneler.
dead to me s02: bu dizi benim için 'meh' kategorisinde, ama chritina applegate ve linda cardellini'nin enerjilerini, uyumlarını sevdiğimden çok sorgulamadan izliyorum, vakit geçiveriyor.
workin' moms s04: canım workin' moms! beşinci sezon da yolda nasıl sevindim anlatamam. dört en iyi sezonlardan değildi bu arada ama ben sevdim yine de bu içten kadınların hikayelerini.
vida s03: bu sene sevgili arkadaşım aslı'nın tavsiyesiyle başladım vida'ya. hızlı seylirliklerden, benim gündemimi keyifle meşgul etmesini bildi. o yüzden sizlere de önermeyi borç bildim.

good girls s03: çok seviyorum iyi kızlar'ı çok! yani bir şekilde hep sıyırıyor olmaları başlarına gelen bin bir beladan inandırıcılığını yitirse de bazı bazı biz onları böyle kabul ettik. bu sezon gerçeğe bir adım daha yaklaştıkları da kesin bilgi. dördüncü sezon çekimlerindeler bu ara bakalım ne zaman izeyebileceğiz.

brooklyn nine nine s07: ne yapsalar sevdiklerim, canlarım ciğerlerim. sekizinci sezonu beklerken cevaplamaları gereken bazı sorular oldu bunların. geçtiğimiz haziran ayında black lives matter hareketiyle birlikte polis şiddeti gündeme gelince diziyi bitirecek misiniz, bu konuları nasıl ele almayı düşünüyorsunuz, tipi sorular soruldu, o iş bizde merak etmeyin dediler, bakalım neler olacak şimdi. bana hep sorduğunuz friends bitti ne izleyelim, himym bitti ne izlesek gibi sorularınıza vereceğim çok şık bir cevaptır b99.

better things s04: bu benim en sevdiğim dizilerden. pamela adlon'ı çok beğeniyorum o kısık sesini, bodur vücudunu taşıyışını, gerçek ve normal oluşunu, kızlarıyla ilişkisini. ama bu sezon bazılarına çok güzel gelse de bence biraz fazla 'high' bi sezondu. arada yine gözlerim dolarak izlesem de belki de yanımda atilla'nın oluşundan bilmiyorum, biraz uçarı kaçtı mevzular. beşinci sezon yolda. izlemediyseniz mutlaka izlemeniz gerekenlerden.

the sinner s03: hayal kırıklığı bir sezondu. bunun ilki çok iyiydi bence, ikincisi idare ederdi ama artık daha fazla zorlamalarına gerek yok, bir sürü polisiye izliyoruz zaten çok bi ayrıcalığı olamadı kanısındayım.

grace and frankie s06: bu teyzelerimden de biraz sıkıldım ben şahsen o yüzden bu sezona bi heves başlayıp sonra durdum. zamanı gelir nasılsa dedim, bekletiyorum kenarda. yedincisi final sezonu olacak bu arada.

the alienist: angel of darkness s02: zor başladı, ilk üç bölüm neredeyse bir tıkanıktı, tekrarladı durdu kendini ve hiç giremeyeceğim sandım ama sonuçta bu sezonu ilkinden bile daha çok sevdim. devam etsin isterim açıkçası.

marcella s03: bu büyük bir şakaydı sanıyorum. iyi başlamıştı oysa ki marcella ve böyle bitmemeliydi. yani ben bittiğini varsayıyorum artık şu noktada. 


ö z e l  m a n s i y o n
bunlardan bahsetmeden olmaz. the sopranos'u  ilk kez düzenli izledim bilen biliyor. çok çok çok mutluyum ve en iyi diziler listemi tepetaklak etti neredeyse. six feet under da bu sene yeniden izlediklerimden oldu sanırım benim dördüncü izleyişimdi yine çok ağladım yine çok sevdim iyi ki dedim. the office ve parks ve sex and the city zaten her zaman yanımdalar. bunların arasında parks and recreation en az izlenenlerden sanıyorum o yüzden uzerine basa basa diyorum ki derhal izlensin! lucifer ve suits ise bizim kocamla ilk kez izlediğimiz iki dizi oldu. görevlerini layıkıyla yerine getirdiler doğrusu: kahvaltı ve akşam yemeği eşlikçiliği, ne izleyeceğimizi bilmediğimiz zamanlarda yardıma koşanlar dizisi. grey's anatomy ve this is us da ne çok ağlatsalar da iyi ki varlar. grey's sezona biraz durağan başladı, ama şu son birkaç bölümdür eski havasını buldu. this is us da ocakta yeni bölümleriyle geri dönüyor.

the sopranos
six feet under
the office
parks and recreation
sex and the city
lucifer
suits
SNL
grey's anatomy
this is us

stand up'lar ve tv programları

leslie jones: time machine: çok bağırdı çağırdı burda ama seviyorum bi de işte arada çok iyi tespitleri de var elbette. yine de en sevdiğim stand up'lardan biri değil.

rob delaney: jackie: catastrophe izlemeyen var mı hala içinizde? önce onu izleyin sonra da bunu. rob çok tatlı bir insan.

fortune feimster: sweet and salty: ben bu kadını da seviyorum, the mindy project ile tanımıştım, bu şov da hiçfena değildi. lezbiyen bir insan ve daha çok bu konu üzerinden büyüme hikayesini anlatıyor burada.

pete davidson: alive from new york: bu ne yazık ki baya kötüydü. pete'i ne kadar sevsem de kurtaramadı. louis ck'le olan anekdotlar dışında pek enteresan bir şey yoktu.

chris d’elia: no pain: valla bu komikti ama işte adam sonra taciz suçlamalarıyla ciddi ciddi yargılanmaya başladı filan o yüzden sustum şimdi ben.

jerry seinfeld: 23 hours to kill: bunu izleyip izlemediğimi hatırlamıyorum. ve bu jerry açısından pek iyi bir şey değil kanımca.

hannah gadsby: douglas: nanette kadar olmasa da bu da iyiydi. seni seviyorum hannah gadsby.

the goop lab: gwyneth'ı ilk andan beri sevenler parmak kaldırsın. bu işi de kıvırdı hınzır şey!

next in fashion: bu geçen yıl izlediğim ve beni en hızlı içine alan programlardan biriydi nasıl bitti neden bitti hala anlamış değilim. başka bir kanal hayata geri döndürür diye ümit etmekten kendimi alamıyorum.

stylish with jenna lyons: bu senenin next in fashion'ı benim için. tabii iki programın birbiriyle hiç alakası yok, ama olsun, stil ve moda işte. jenna lyons gerçekten çok hoş bir kadın ve her halini tavrını izlemek bana keyif verdi. bir de new york, biraz da los angeles, sırf moda da değil hatta, dekorasyon da var işin içinde, umarım devamı gelir.