son günlerde...


bir süredir bazı filmler izliyorum ve sinsice bunları sizden gizliyorum.
ne biçim bir insan olduğumu ben de bilmiyorum.
yeni yıl dileklerim arasında bunu değiştirmek var mı, hiç sanmıyorum! nihahah! şakacı şirin...
mesela şu an şöyle iki kahkaha attırır belki diye başına oturmuş olduğum the watch isimli film var karşımda. hiç vakit kaybetmeyin: çok kötü. ev ahalisi olarak onun orada kendi kendisine bitmesine karar verdik. biz de işimize bakıyoruz arada.
the watch kadar olmasa da hayal kırıklığının böylesi' olarak adlandırılabilecek bir diğer çalışma da oliver stone'dan geldi: savages. ancak izleyebildik onu da, aylar oldu duruyor bir kenarda. haksız değilmişim ilgi göstermemekte, duyumlarım hiç iyi değillerdi hakkında da yazık günah bir film olmuş. zaten salma hayek'i hiç sevmem, peruğuyla hele aman, blake lively'nin de o memeleriyle gossip girl'den iki adım öteye gidebileceğine dair bir inancım yoktu hala da yok. benicio del toro yıllardır ezberlediği rolünü yapmış, yine de aralarında en iyi o sayılır, aaron taylor-johson amerikan aksanını kaçırmamak için kasıp duruyor, iki çok fena filmin (battleship, john carter) arkasından hala bizden ne istediğini anlamadığım taylor kitsch isimli delikanlı da aynı şekilde salınıyor. senaryo desen yok, bahsettiğim üzere oyunculuk desen o da yok, fazla kaslı ve nedense enine genişlemiş bronz bedenler ve bolca kan var. geçiniz.
bolca kan demişken bir de young doctor's notebook vardı elimizde, bitiriverdik. çok şahane olup hızla aktığından değil, dört bölümün her biri de birbirinden kısa olduğu için. bazı sahnelerin gerçekçiliği gözlerimizi ekrandan uzunca bir süre kaçırmamıza neden oldu, morfinman doktorumuzun hikayesini izlerken, hayatımızda iz bıraktı mı hayır... iyi para aldılar tahminim john hamm ile daniel radcliffe bu projeden, yoksa anlamsız. haydi şu mad men'in yayın tarihi bi' belli olsun.
olacakken olamayan, aynı josh radner'in how i met your mother'da canlandırdığı ted karakteri gibi bir film liberal arts. elizabeth olsen'le birlikte oynadıkları film uzun uzun dolaştı festivalleri biliyorsunuz, burada da bahsetmiştim. fena da değil izlemeyin demem, ama çok daha güzel olabilirdi, radnor frene fazla basmış, kendini bir bırakamamış, geri durmuş, derin nefesler almış, oysa ki ne gerek varmış bu onun ilk filmi değilmiş ki. muhtemelen de o yüzden. neyse bir bakın tadına siz de sonra konuşalım.
ben ki orta yaş üstündeki insanların aşk hayatlarını dinleyip izlemekten hayli zevk alan birisiyim bkz. the bridges of madison county, beni bile kendinden soğuttu meryl streep ve tommy lee jones'lu hope springs. belki de steve carrrel komiklik yapmadığı bir rolde oynadığındandır ya da çok kafa barmaid rolündeki elisabeth shue yüzündendir, ama asıl harekete geçmek bilmeyen senaryo yüzündendir, hope springs de hiç olamamış filmlerimizden...
küçük ve tatlı filmler kuşağından bir çalışma da safety not guarateed. dizi dünyasından sevdiğimiz karakterlerin başrollerde olduğu bu filmin bir diğer tanıdık yüzü de your sister's sister ile radarımıza giren mark duplass. şaşırtıcı sonu diyeceğim, kendimi ne yazık ki tutamayacağım, ile aaa alemsiniz vallahi dedirten filmimiz bir pazar sabahı izlemelik, ya da pazar sabahı olduğuna inandığınız yeni yıl sabahı da izlemiş olabilirdiniz pekala ama artık geçti.
bu esnada dexterlar da bitirmeyi ihmal etmedim. son sezonu olduğunu sanarak ta son bölümle kadar gelip de öyle olmadığını anlayınca yaşadığım hayal kırıklığından bahsetmek dahi istemiyorum. tadında bırakmanın gücü diyorum, the wire, six feet under diyorum. kendinize bir çeki düzen verin diyorum, daha nereye kadar diyorum. bütün dünya duysun ben bir seri katilim diye mi bağırsın istiyorsunuz bu adam? çüş artık...
bir de the hour'u izlemeye başladık. newsroom'un nereden ilham aldığını merak ediyorsanız bbc yapımı bu şimdilik iki sezonu yayınlanmış diziye buyrun diyoruz. başrollerinde parfüm filminden hatırlayabileceğiniz ben whishaw ile canım officer mcnulty ve romola garai isimli daha önce görmüş olsam da yeni fark ettiğim bir kızın rol aldıkları dizi bizim evin ahalisini içine çekmiş görünüyor.

az sonra (pek yakında olarak da bilinir) sizlere bu kısımda bahsedersem ayıp olacağını düşündüğüm haneke'nin amour/aşk'ından (az önce geldim beyoğlu beyoğlu'nda tanelerce festival boyunca kaçırıp ancak izleyebilmiş olduğum aşk'tan ve fuck you haneke demek istedim. dedim de. ne sanıyorsun kendini demek istedim. sonra da başımı omzuna koyup ağlamak istedim. bunların hiçbirini yapamayınca da eve geldim, neyse ki uyumamış olan kocama sarıldım, sonra da kendime bir bardak -çünkü kadehte içmiyoruz- şarap koydum. siz de izleyin. bugün perşembe, yarın şu an sadece üç salonda oynayan film kaç salonda daha oynar bilemiyorum ama sinemada izlemeye çalışın, ev sinemanızda heba olup gitmesine, çişinizle, telefonunuzla, çekirdeğinizle bölünmesine izin vermeyin.) ve amour kadar olmasa da görselliğinden bir hayli etkilendiğim anna karenina'dan bahsedeceğim.