sinema salonlarına (ve daha bir sürü başka yere) pek çok kez birlikte girdiğim sevgili arkadaşım çiğdem hasanoğlu, festivalde izlediği oh boy! / eyvah! isimli filmi pek tatlı diliyle kaleme almış ve benimle paylaşmış. yazıyı okuduktan sonra,.filmi izlemeyi, berline gitmeyi ve bir bardak kahve içmeyi ne çok istediğimi tahmin edebilirsiniz.
32. festivalde şu güne dek sadece iki film izlemiş olarak gelecekten hala ümitliyim. ne de olsa hafta uzun... sayılır.
çiğdem'e not: berlin'e birlikte gitmemiz lazım artık. içimdeki o ocak soğuğu berlin anılarını bahar ve yaz berlin anılarıyla değiştirmenin zamanı çoktan geldi. post-knut hayvanat bahçesini de bir kez daha görsem sorun olmaz sanıyorum... berlin'de safari.
32. festivalde şu güne dek sadece iki film izlemiş olarak gelecekten hala ümitliyim. ne de olsa hafta uzun... sayılır.
Eyvah!: Sana kahve yok!
32. İstanbul Film Festivali vesilesi ile sinemada izleme şansına sahip olduğumuz Oh Boy! (Eyvah!) üniversiteyi, sevgilisini, aslında her şeyden de önce kendisini bırakan genç Niko'nun talihsiz bir gününden yola çıkarak birçok bohemin hayatının bir döneminde yaşama hayali kurduğu Berlin'in şimdiki zamanlardaki halet-i ruhiyesini yansıtıyor.
Geçen cuma ya da 5 Nisan günü 16 seasında Oh Boy'u izlemek üzere City's Salon 7'nin gemiyi andıran koltuklarına yerleştim. Açıkçası festival filmi izlemek için bile Avm'lere gitmek, x-ray'lerden geçmek, bir şişe sodaya 5 TL vermek biraz sinirimi bozuyor ama elden ne gelir. Bağımsız sinema salonu kalmayan bir şehirde, bir nebze olsa da festival havası almak, gösterime girmeyeceğini tahmin ettiğimiz bir kaç film izlemek için başka bir şansımız kalmadı gibi gözüküyor.
Festival programına bakarken Berlin obsesyonum yüzünden algıda seçiciliğime takılan ve koşarak biletini aldığım Oh Boy'u izlemek için gün saydığım günler geçmişti. Avm'nin tepesindeki sinema salonunun fuayesinde genç yönetmenJan Ole Gerster'in debut filmi Oh Boy'u izlemek için bekleyen kalabalık bir izleyici kitlesi vardı. Bir festival sürprizi olarak Gerster de gösterim sırasında aramızdaydı. İstanbul'a ilk kez gelen birçok diğer yönetmen gibi, filmden önceki kısa söyleşisinde İstanbul'da olmaktan çok mutlu olduğunu dile getirdi ve heyecanlı bir şekilde filmden sonra devam ederiz diyerek uzaklaşırken “İstanbul kadar olmasa da Berlin de güzel bir şehirdir” dedi. Bugün Emek Sineması yürüyüşünde polis şiddetine maruz kalanlar arasında yer alan Gerster'in hala aynı fikirde olup olmadığından emin değilim.
Siyah beyazlığıyla Wim Wenders'in Der Himmel über Berlin filmine selam ettiğini düşündüğüm Oh Boy, Tom Schilling'in canlandırdığı Niko'nun sevgilsini terk etmesi ve yeni taşındığı apartman dairesine gelip çaresizce üzülmeye çalışmasıyla ile başlıyor. İki yıl önce üniversiteyi bırakan Niko, dünyanın her köşesinde yaşayan, orta sınıf, hayatta ne yapacağını bilmeyen, boşlukta yuvarlanan evrensel bir karakter olarak bence bir güzel dayağı hak ediyor. Yönetmen Gerster de sürekli içi geçmiş bir halde ortalıkta dolanan Niko'yu sanki pek sevmiyor. Film boyunca baş karakterini şöyle güzelce bir silkelemek istiyor. Geçmişinden silik bir kadın karakter ile yüzleştiriyor ve hatta ondan hoşlanmasına sebep oluyor. Niko'nun hayatındaki bütün dengeleri bir gün içerisinde değiştiriyor ve O'na hayatının geri kalanında böyle yaşayamayacağını söylüyor.
Filmin ardından sorulan sorularda, sabahın köründe sana kahve yapayım diye soran sevgilisini terk eden Niko'yu film boyunca kahve içirmeyerek cezalandırdığını itiraf ettiğinde buna emin oluyorum. Kendine gel beyaz oğlan!
Öte yandan filmde mesele edilen bir takım Almanlık mevzuları var. Bunlardan biri elbette ki ikinci dünya savaşı hassasiyeti. Birçok Alman savaştan, nasyonal sosyalist geçmişten söz etmekten hoşlanmaz. Monty Python'ın skeci “Don't mention the war” aklıma gelir bu gibi durumlarda hep. Fakat her köşe başında bir anıt dikilen şehir olarak Berlin, siz konuşmasanız dahi her hali ile size aynı anda hem unutmayı hem de unutmamayı hatırlatır. Savaş sonrası inşa edilen ve 1989 yılında yıkılan Berlin duvarının aynı anda silinmek ve hatırlanmak istenen hatırası bunun en güzel örneğidir. Artık duvar yoktur. Duvarın geçtiği yerlerde, mesela Potsdamer Platz'ta, Berlinlilerin gurur duyduğu, “Ne kadar kısa sürede yepyeni bir dünya inşa ettik” diye böbürlendikleri dev gökdelenler vardır. Fakat öte yandan sokak lambalarındaki işaretler bir zamanlar Berlin'in doğu ve batı olarak ikiye bölündüğünü hatırlatır.
Niko'nun babasından aldığı son para ile içmeye gittiği barda yaşlı bir Alman ile geçmiş muhasebesi yapan bir konuşmasında da benzer bir duygu hakimdir. 'Heil!' diye bağıran yaşlı adam anında tepki çeker ama bir yandan da bir zamanlar herkesin ailesinde muakkak bir nazi olduğunu bilir. Gerster, Niko'nun aslında çok yetenekli ama idealist olduğu için hiçbir şey yapamayan arkadaşı üzerinden başka bir evrensel kanayan yaraya parmak basar. Dünyada çok başarılı olabilecekken hiçbir şey yapamayan insanlar var! Gerster, Niko'nun kısa vadede kötü fakat hayatının geri kalanında hayırlı sonuçlara vesile olabilecek bir gününde Almanların çektiği ikinci dünya savaşını konu edilen iyi alman, kötü alman filmlerine de ironik bir bakış açısıyla yaklaşmayı ihmal etmez. Film, Berlin'in bitmek bilmeyen inşaat ve kazı çalışmaları görüntüleri ile kapanır. Film biter biter herkes kahve içmeye gider.
çiğdem'e not: berlin'e birlikte gitmemiz lazım artık. içimdeki o ocak soğuğu berlin anılarını bahar ve yaz berlin anılarıyla değiştirmenin zamanı çoktan geldi. post-knut hayvanat bahçesini de bir kez daha görsem sorun olmaz sanıyorum... berlin'de safari.