hafta sonu izlence rehberi

bir sürü güzel film izleyeceğim bir hafta sonu olsun isterdim, ancak gelin görün ki sonuç beklediğim gibi olmadı.
rochelle rochelle 'a strange erotic journey', grinin 50 tonu'nun yazılmasında ne kadar etkili olmuştur dersiniz? (a strande erotic journey ne kadar komik bir tagline'dır bu arada, 'strange!' kahkahalarla yaşıyorum sevgili izleyiciler)

fan made afiş. anne hathaway'in esprilerin göbeğine oturtulmasına bayılıyorum. lars von trier'le bu küçük amerikalının bir araya gelmesini de çok isterim ayrıca. don jon'daki kurmaca romantik komedi filminde de anne hathaway'in oynuyor olmasına çok gülüyorum, espri kaldırabilirmiş gibi görünen bu kadının sinir krizinin eşiğinde olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. (bazı insanlara olan ve hiç dinmeyen nefretim beni de korkutuyor zaman zaman)

aslında seinfeld'ler ortalamayı yükseltebilir. (the lone ranger'i izlemiş biri olarak ortalamam daha birkaç hafta yerlerde gezecek, asla yaklaşmayın) seinfeld'in conceptual bölümlerine denk geldik bu hafta sonu, biri uçak ve havalanları üzerine diğeri ise efsanevi sinema bölümüydü. hani şu check mate izlemek istedikleri ama sonuçta kendilerini rochelle rochelle isimli, 50 shades of grey'e de ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm filmde buldukları bölüm (bir de üstüne jerry ve george'un gay olduklarının sanıldığı politically correct olmak adına ne yapacaklarını şaşırdıkları bölüm geldi, tatlı niyetine 'the outing') daha fazla seinfeld uydurması komik afiş için şuraya da bakın...

the national; merhaba çocuklar, sizinle bu haftaki ikinci karşılaşmamız bu, hatırladınız mı beni conan'dan? (yoksa david letterman mıydı, jay leno belki de...)
the mindy project'in de ilginç bir konuğu vardı bu hafta: the national. çok komik gelir bana, 90210'la tanıştığım bu misafir sanatçı meselesi (the cardigans'ı hatırlar mısınız peach pit after dark'ta?). zaten jinekologların müzik festivalinde işi ne diyeceksiniz. haklı mısınız bilemedim, onlar da genç sonuçta. ben nedense chris messina'nın bu işte bir parmağı olduğunu düşünüyorum. sürekli terleyen messina'nın. bu bir espri mi, eğer öyleyse daha ne kadar uzatılacak bilmek istiyorum, değilse de çareleri olduğuna eminim. hele de kamera önünde, mutlaka.

the conjuring; exorcism'siz bir korku filmi düşünülemez

the conjuring izledik sonra. aile kurumumuzda korku filmlerine neden bunca yer veriyoruz asla anlamıyorum çünkü ben de atilla da eğer iyiyse yarısından çoğunu ekrana bakmadan tamamlıyoruz filmin. dün yine telefonar bilgisayarlar devredeydi çoğu sahnede, ne candy crush'lar oynandı, ne post'lar girildi ne tweet'ler atıldı vera farmiga ve dostları iblislerle uğraşırken onu biz biliriz. biiiz. gerçek bir hikayeye dayanıyormuş, nasıl da uzun zamandır bekliyoruz inanmazsınız. sonuç itibariyle, patrick wilson insidious'ta oynamış hatta bir de ikincisi çekmiş bir aktörken bu filmi geri çevirmeliydi hissiyle başladım, sonra baktım, pek de aynı görünmedi gözüme canlandırdığı karakter, bu seferlik fazla üstüne gitmedim çocuğun, ama bir ruhani korku filminde de daha oynarsa hata eder. lili taylor su koyvermesi ne kuvvetle muhtemek bir kadın değil mi? yıllardır böyle bu. arizona dream, six feet under, hep bir zayıflığını yakalıyoruz. bu sefer ucuz kurtardı neyse. wilson ve vera farmiga'nın meslekleri gereği film bir potböri adeta. tüm lanetli objeleri küçük kızlarıyla birlikte yaşadıkları evlerinde saklıyor olmaları da ayrıca hoş.

pazar gecesi son bir atak yapabilir miyiz bilmiyorum, aslında the past'i (le passe olarak da bilinir, ashgar farhadi) izleyecektik, ama lost in translation olduk. fransızca öğrenmeyi tamamlamam ya da güzel bir altyazı bulmam gerekiyor (ingilizcesinin zaman ayarı tutmuyor) vesaire vesaire.