akşam akşam: raylarda takma diş aramak ve stacy keach**



geçen hafta randevu istanbul* film festivali'nin kapanışında izledim nebraska'yı. sadece kendim de değil, buradan festival günlüklerini okuduğunuz ebeveynim ve son anda dahil olan eşimle birlikte büyük bir sorumluluğun altına girerek (tavsiye vermek kadar zoru var mı) gittik majestik'e. (majestic, yavru vatan bu arada, gecen hafta kapısını daha çok açıp kapadığım bir yer olmadı, hatta uslu çocuklar olursanız tuvaletin şifresini de açıklarım buradan size) filmin siyah beyaz olduğnu öğrendiğinde annemin ifadesini görmeliydiniz, o ifadenin geleceğini çok iyi bildiğimden son ana kadar söylememeyi tercih etmiştim. birazcık güven bana anne, pişman olmayacaksın, şaka şaka, güveniyor zaten, öyle bir amerikan banliyö draması yok yani ortada.
neyse. rezumesinde election (seçimler, onu şu an sevmiyor olmamızın tüm sebeplerini tek filmde sıralamasını bilen bir reese witherspoon ve kaderini kabullenmiş bir zamanların ferris bueller'i matthew broderick'in başrollerinde oynadıkları pek karanlık lise koridorları), about schmidt (scmidt hakkında, emeklilik sonrası karısını aniden kaybeden schmidt yani jack nicholson artık klozetin kapağını indirmek sorunda değildir ha bir de çıplak kathy bates) ve sideways (evlenmeden hemen önce en eski dostuyla şarap denemeye karar veren kum adam aksiyon sinemasında büyük rolünü kapsın diye) ve the descendants (senden bana kalan, judy greer'ın son andaki abartılı ve hiç de komik olmayan performansıyla dibi boylayan bir senaryo ve boşa harcanmış bir iki saat) gibi filmler bulunduran alexander payne'in (sanki sevmiyor gibi anlattım, yine sizi kandırdım, çünkü aslında hepsini de sevdim, hepsi de kişisel tarihimde önemli birer yer edindi) nebraska'sı gösterildiği her festivalde büyük övgüler topladı. büyük övgülerden hep korkarım ama bu sefer içimde bir 'umut ışığı' yandı (ha?!) bruce dern (laura dern'ün babası evet), will forte ve siyah beyaz daha dramatik göründüğüne inandığını açıklayan bob odenkirk'ün başrollerinde oynadıkları filmde her şey öyle kıvamındaki hiç bitmese de olur gibi. ki uzun bir film.
baba oğul; bruce dern, woody & will forte, davy
anlatıyım mi neler oluyor? yani anlatmaktan hiç yana değilim biliyorsunuz ama öyle uzun bir giriş yaptım ki sanki burada kesmek ayıp olacak gibi geldi. filmden sonra gittiğimiz ofis partisini ya da parti alanındaki masanın üstünde hızlı adımlarıyla ilerleyen ve beni çantamın ya da paltomun içine saklanması ihtimaliyle acayip tedirgin eden kalorifer böceğinden de bahsedebilirim. ve bu tedirginliğimin içtiğim biranın tadına bile yansımasından, eve vardığımızda saatin aslında ne kadar erken olduğunu farkedip (daha mutluluk veren bir şey olabilir mi?) aşırı derecede sevinmemden ve bonus bir breaking bad bölümü izleyebilecek olmanın dayanılmaz hafifliğinden... peki filme döneyim:
dern yani woody yaşlı bir adam, aklı da biraz karışıyor zaman zaman, karısıyla oğullarıyla hayatıyla hep bir didişme halinde, ya da onlar onunla didişiyor, kendisinin pek umrumda değil sanki etrafında olup bitenler. bir amacı var, ve oğullarından will forte olanı yani davy babasını hayatında ilk defa biraz anlıyor, ya da en azından çaba sarf ediyor sanki.
bu film sevdiklerimize karşı sabırlı olmanın, onlara zaman ayırmanın insana verdiği iç huzur üzerine bir doktora tezi niteliğinde.


* imdb 14 şubat, beyazperde 28 mart diyor vizyon tarihine. tombala.
** stacy keach'i bir çırpıda tanıyan anneme 10 tam puan.