bu sefer de: deniz'in festival güncesi_GÜNCELLENDİ

festival molaları ya urban ya da hayvore'de veriliyor
ebeveyniminkini takip etmeye çalışmaktan kendi festivalimde neler olup bittiğini sizinle paylaşamaz oldum. of. şaka şaka, ebeveynime laf yok, yani o kısım şaka, yoksa kendi gördüklerimi size twitterdaki 140 karakteri aşamayan yorumlarım dışında aktaramadığım bir gerçek.


oysa ki çok mutlu bir bir hafta geçirdim, geçirmeye de devam ediyorum.
beni sabahın erkeninde evden çıkarabilecek tek şeyin sinema olduğunu her sabah yeniden keşfediyorum (bu yaklaşık altı aydır böyle), istanbul'un tadını çıkarıyorum (bahar geldi farkında mısınız?), ailemi bile daha çok görür oldum ki onların yanı sıra da pek çok güzel insanla tanışıyorum.

geçtiğimiz haftaya ve bugüne şöyle bir dönüp baktığımda içimde en çok yer eden filmin hangisi olduğunu anlamaya çalışıyorum ve henüz kalbimi acıtacak kadar çok sevdiğim bir filmle karşılaşmadığımı fark ediyorum (kalbimi acıtmasa da sapsadeliği ve dümdüzlüğüyle ida duyguları kıpırdattı). ama bu zaten öyle pek sık yaşanabilecek bir his değil, sayının çokluğundan mütevellit bir tatmin olamama duygusu da mevcut kabul etmek gerekir ki...

philomena (evde)
kitap hırsızı (uçakta)
büyük budapeşte oteli (new york'ta)
sözcükler ve resimler
düşman
buluşma
bizden iyisi yok
ben kendim ve annem
mutlu yıllarımız
laurence anyways
metalci
yalnız hayaletin öyküsü
zar oyunu
trans x istanbul
istanbul united
taş bebek
üçleme
karabasan
bir varmış bir yokmuş
nergis hanım
violette
sesime gel
ida
kıskançlık
yüksek risk
çöldeki izler
frank
şarkı söyleyen kadınlar
şafakla dönenler


yazıya başladığımda henüz ida'yı izlememiştim, bu akşamkinin son gösterim olmasından dolayı festivalde ne yazık ki kaçıyor, ama bizim artık başka sinema'mız var! belli mi olur, belki şehre bir film gelir de izlersiniz. çünkü izlemelisiniz. keşke yarışma bölümünde olsaydı, hemen kazanırdı. yani odülü ben verecek olsam vermiştim de gitmişti bile. 

kayısı rengi işaretlediklerim içimi gıcıklayanlar...
kısaca üstlerinden geçmek gerekirse:

büyük budapeşte oteli'ni new york'ta, bu şehirde bir kez de sinemaya gitmezsem olmaz bu iş diyerek gidip izledim. çok da iyi ettim, geçen cumartesi işlerimi halaledebilsem burada yeniden de izlerdim, hem de altyazılı, mis. ama olmadı. ilk fırsatta yeniden buluşacağım ama sayın wes anderson'ın hepsi birbirinden müthiş karakterleriyle. /akbank galaları


isveç yapımı buluşma izlerken çok gerdi. ortaokuldan liseye dek birlikte okuduğu arkadaşlarıyla yüzleşmek ve ona yaşattıkları yalnızlık, küçük düşme, devamlı aşağılanma gibi duygularından haberdar olmalarını sağlamak için film çekmeye karar veren, sonra da bu filmi onlara izleten anna odell'in hikayesi. film içinde film içinde film... yönetmenin kendisi de çağdaş sanatçı anna odell, ilkokulda zorbalığa maruz kaldığını ve bu deneyimlerinden buluşma için yararlandığını söylüyor... /uluslararası yarışma (basın gösterimi)

bizden iyisi yok'u bir başka isveç filmi olarak buluşma'dan hemen sonra izledim. (sonra bari keşke bir de isveç köftesi yeseydim, hah hah hah) lukas moodysson'dan biraz korkuyordum, hatta şurda yazmıştım keşke ebeveynimi sürüklemeseydim bu işe diye, ama sonuç hiç de korktuğum gibi olmadı. aksine yine çok şahane performanslar sergileyen gencecik aktörler, merakımı her an sıcak tutan bir 80'ler isveç'i ve bol bol karla karşılaştım. /antidepresan (city's, 7.04.2014, 16:00)


laurence anyways 168 dakikalık süresiyle atlas'in daracık koltuklarında bazı zor anlar yaşatsa da inanılmaz atmosferi ve melvil poupaud'un ince performansıyla aklıma yattı. öncelikle transeksüel birisinin, yani kadın vücuduna, kadın gardırobuna sahip olmak isteyen birisinin cinsel tercihini hala kadınlardan yana kullanmak isteyebileceğini bilmiyordum. daha doğrusu bu konu hakkında hiç düşünmemiştim, yoksa neden olmasın. burada tek içerlediğim laurence'ın dünyanın en zevksiz, en rüküş kadınına dönüşmesi oldu. yazık değil mi? /mk2 40. yıl (atlas, 8.04.2014, 16:00)



metalci hafızama çok fena kazınan, hayatım boyunca zaman zaman nedense hep hayal ettiğim korkunç bir sahnenin son derece grafik şekilde resmedilmesiyle başladı. (hala düşündüğümde şöyle bir silkinmem gerekiyor etkisinden çıkabilmek için) istikamet yine kuzey, bu sefer izlanda. ilgimi çeken bir coğrafya olması, hikayenin ne güzel anlatımı, küçük bir kasabanın kendi ritmini ne kadar güzel yaratmış olması, kilisenin bile itici olmayan duruşu ve uzaklardaki o insanların ani gelen bir kayıpla yüzleşirken yakınlardaki başka insanlara ne kadar benzediklerini fark etmem gibi sebeplerden ilk üçümde yer almayı hak etti. /uluslararası yarışma (basın gösterimi)


taş bebek'le geçtiğimiz yüzyıl boyunca devam eden bir çingene yolculuğunun içinde bulduk kendimizi. taş bebek lakaplı şair bronislawa wasj'ın gerçek hayat hikayesini anlatan film bugün izlediğim ida'yla birlikte, ne yazık ki çok fazla örneğini görmüş olduğumdan artık etkilenemediğim ikinci dünya savaşı ve yahudi, çingene soykırımına olan mesafeli tutumuyla sevindirdi, ferahlattı. amerikan sinemasının bağıra çağıra ağlamasının yanında feryadını içine atmayı tercih eden edepli biri gibiydi. durumdan haberdar ediyor, sonra bizi kendi sagduyumuzla baş başa bırakıyordu. filmde çok hoşuma giden bir de bilgi edindim, çingene dilinde dün ve yarın aynı sözcükmüş. yine çok hoşuma giden bir başka betimlemenin hemen yanında geldi bu bilgi: neden şiir yazıyorsun diye sordu küçük çocuk 'gadjo'ya, o da dün yaşadıklarımı yarın hatırlamak için diye yanıtladı... /uluslararası yarışma (basın gösterimi)




karabasan (babadook) uzun zamandır izlediğim en iyi korku filmiydi. klişelerden arınmış değildi ama bunları çok iyi kullanımıştı. prodüksüyon tasarımı, çekimleri ve sürpriz finaliyle yeniden bile izler, baştan sonra hiç bitmeyen o gerilime katlanırım! /geceyarısı çılgınlığı (atlas, 12.04.2014, 23:59)

bir varmış bir yokmuş'u ben çok sevdim. fakat sonra belgeselliğin içine kurmacanın mı karıştığına dair duyduğum söylemler bazı soru işaretleri yarattı. aşağı yukarı tahmin edebildiğimiz ama izlerken yine de etkilendiğimiz zorluk, yoksunluk dolu yaşamlarında biraz para kazanmak için batman'dan ankara yakınlarına gelen mevsimlik tarım işçilerinin hikayesi bu. filmin başlangıcındaki çirkinlik sahtelik plastiklik ve yavanlık kokan sözde zengin ve mutlu 'yuva' ve market sahnesini de ayrıca sevdim. /ulusal yarışma 




sesime gel van'da geçiyor. filmin yönetmeni hüseyin karabey amacını politik bir film yapmak olmadığını söylüyor. yine de ortaya çıkan sonuç pek çok kişinin gözünü kapadığı doğu gerçeğiyle yüzleşmek için biçilmiş kaftan. ayrıca anane torun ilişkisi ne kadar güzel, ne kadar sıcak, ne kadar sevgi dolu. 60'dansa 80 görünen berfe'yle 8'lik jiyan'ın yani... /ulusal yarışma (basın gösterimi)



ida ile ilgili heyecanımı yazının başında da dile getirdim. rahibelik yeminini etmek üzereyken varlığından o ana dek haberdar olmadığı teyzeysiyle, yahudiliğile ve gerçek ismiyle tanışan ida o manastıra dönmesin, lütfen dönmesin. dönecek mi, izleyince göreceksiniz. 1962 yılının polonya'sında geçen bu film de ikinci dünya savaşına değmeden geçmiyor, ama durumun tüm trajedisini belki de o coğrafyanın bir özelliği son derece soğuk kanlılıkla, kabullenmişlikle dile getiriyor. /dünya festivallerinden (city's, 14.04.2014, 21:30)

yarın güne philip garrel'in kıskançlık'ıyla başlıyor ve belki de yüksek risk ile devam ediyorum (biletim yok)