hakiki ve öz ebeveynimin festival güncesi s33e01


Dün akşam saatlerinde bugün neler olacağını aşağı yukarı anlatmaya çalışmıştım sizlere, aile meclisi olarak toplam üç film izlediğimiz, yavaş, fakat anlamlı bir ilk gün oldu.



İlk filmim olan Words and Pictures; Juliette Binoche ve Clive Owen arasında gelişecek sonu başından nasıl da belli olan çekişmeyle başlayan, resim ve sözlüğü birbirine tokuşturan, ve ne yazık ki bahsi geçen ikilinin arasında bir öpücük olarak dahi kendini gösteremeyen kimyanın yoksunluğu sayesinde ait olduğu klişeler çukurunda kendi kendini neredeyse boğan dolayısıyla da 'candy crush oynarken izlenebilecekler' listesine hızlı bir giriş yaptı. Olsun, kızmadım, arada güldüm, en çok da Binoche'un İngilizce'yle boğuşurken kalınlaşan sesine, ne gaddarım, aldığı resim eğitimini ve sevgisini bir kenara bırakmakta ısrarlı biri olarak film boyunca özellikle de Binoche'un Bob Ross'vari 'şöyle de resim yapabilirsiniz' türünden metotlarına bakarken ilhamla da dolmadım değil. Ha bir de Owen'ın fitilli kadifeden ceketlerinin güderi yamaları olmamasına şaşırarak sevindim, lazımdı çünkü, öğretmen kontenjanından, malum.

Gelelim ebeveynime. 

Kendileri güne 'Yeni Bir Bakış' bölümünden Her Şey Onun İyiliği İçin/Tots Volem El Millor Per A Ella ile başladılar.
Annem son derece gergin ayrıldı salondan, 'o kadının' (Nora Navas) varlık içinde yokluk çekmekten zevk alan yeni kuşak, genç, orta yaşlılardan olduğunu söyledi. Ayrıca hiç de 38 yaşında göstermiyordu dedi, çok daha yaşlı duruyormuş (baktım da 75 doğumluymuş, imdb fotoğrafı hiç de fena görünmüyor aslına bakarsanız). Babam ise annemin gerginliğine katılmadı, herkesin zaman zaman şehirden kaçmak istemesinin çok normal olduğunu ve kendisinin Geni'nin bu ihityacıya bağ kurabildiğini belirtti. Filmle ilgili aynı şeyleri hissedememelerinin babamın kaçma isteğini daha da körüklemiş olabileceğinden korktum, fazla üstlerine gitmedim.

Günün toplamda üçüncü ama herkes için ikinci filmi ise Lukas Moodysson'un 'Antidepresan' kuşağında gösterilen Bizden İyisi Yok/Vi Ar Bast oldu. Bana biraz uzun geldi (muhtemelen dizi sürelerine alışkanlıktan bileynenen 'bazen' film izleyememe problematiği), ancak sıkılmadım, aksine, çok eğlendim. Biletimi onlardan daha geç almamdan kaynaklı ayrı sıralarda oturduğum ebeveynim de mutlu ayrıldı salondan. Bir önceki filmin fikir ayrılığı bu sefer yoktu aralarında. Annem endişeliydi, nasıl çocuk yetiştirmek bu dedi, kimsenin birbirinden haberi yok. Kendim de çocuk sahibi olabilecek yaşa çoktan geldiğimden bu duruma şaşırmamak gerçekten de elde değildi, neyse ki kötü bir şeyler yaşanmadı senaryo icabı. 1982 yılında Stokholm'de geçen film 13 yaşlarındaki üç ergen kızın punk'ın hala ölmediğini cümle aleme kanıtlamak istemelerini Lilya 4ever, A Hole In My Heart ve Mammoth'ta oldurup da tatmin olduktan sonra neyse ki es geçerek hafif ve neşeli bir seyirlik sunmayı tercih ederen anlatıyor Moodysson. Annem; Bobo, Klara ve Hedvig isimli kızların ne biçim oynadıklarının da altını çizdiğinde yeniden düşündüm özellikle de Berlin'den beridir izlediğim yerli-yabancı (bkz. Kuzu, Mavi Dalga, Macondo) filmlerdeki ana çocuk karakterlerin artan sayısını ve her birinin de ne kadar kabiliyetli olduklarını...

Güncemiz yarın Muhteşem Kedi Balığı ve Laurence Anyways ile devam edecek. Görüşmek dileğiyle efendim.