önümüzdeki aylarda izleyeceğimiz ve izleyeceğimize pek heyecanlandığımız filmleri sıraladım istanbul art news için. pişman değilim, yine olsun yine yaparım.
Pek
Yakında
Sinemaya
gidiyorum, patlamış mısırım kucağımda, filmin başlaması
gereken saatte koltuğuma oturmuşum, reklamların ardı arkası
kesilmiyor, canım hafiften sıkılıyor, ama dert etmiyorum, çünkü
maket gibi görünen yeni bir yaşam kompleksi, banka kredisi ve GSM
operatörlerinin kapsama alanları hakkında etraflıca bir bilgi
dağarcığını sahiplendikten sonra fragmanlar başlayacak. Belki
de gitmeyi aklımdan bile geçirmeyeceğim yerli bir komedi belki ilk
defa o sırada izleyeceğim ve vizyon tarihinin bu kadar yakın
olduğunu nasıl olduysa unutuverdiğim bir film, hiç fark etmez,
hepsini gözümü kırpmadan izleyeceğim, fragmanlar hiç bitmesin
isteyecek, hatta bir noktada acaba sinemalarda sadece fragman mı
gösterilse diye zihni sinir projeler üreteceğim. Sonra film
başlayacak, az önce bunları düşünen ben değilmişcesine dalıp
gideceğim, hep gittim oradan biliyorum...
Deniz
Tokgöz
Önümüzdeki
haftalarda veya aylarda izleyeceklerimi önceden bilip, kim bilir ne
güzel olacaklarını düşünmek, hangi filmi hangi arkadaşımla
izleyeceğimi planlamak, tavsiye edeceğim, hatırlatacağım
kişileri düşünmek, kısa ve uzun vadeli hafızamda High
Fidelity'de Rob Gordon'un da belirttiği gibi alfabetik değil
kişisel bir liste hazırlamak beni en çok rahatlatan şeylerden
oldu hep.
Şimdi
de bazılarını aylardır beklediğim, bazılarını festivallerde
yakalayıp izlediğim ve yakın çevremdeki herkese önerip durduğum
irili ufaklı pek çok film vizyona girmek üzere. Temmuz ve ağustos
başta olmak üzere bazıları eylüle, ekime de sarkan iştah
kabartıcı, ağız sulandırıcı bir liste var karşımızda. Bir
an önce karşısına oturmak için sabırsızlandığım bazılarının
yanında 'Pek Yakında' ve 'Belirsiz' ibarelerinin bulunmasına ise
kafayı takmıyorum, siz de takmayın, elbet bir gün görüşeceğiz
ne de olsa.
Saint
Laurent
Yves'lisini
geçtiğimiz aylarda izlediğimiz bu biyografik film, tıpkısına
daha önce de şahit olduğumuz enteresan bir tesadüfün parçası.
Deep Impact ve Armageddon, Mirror Mirror ve Snow White and the
Huntsman, White House Down ve Olympus Has Fallen gibi aynı konuyu
işleyen, vizyona da çok yakın tarihlerde giren filmler oldu
hatırlarsınız... Efsanevi modacı Yves Saint Laurent'in hayat
hikayesi de aynı ilginç tesadüfü paylaşıyor. Fakat açıkçası
belki prömiyerini Cannes Film Festivali'nde yapmasından, belki
başroldeki Gaspard Ulliel belki de modacının ilham perilerinden ve
meşhur kadın smokinin yaratıcısı Loulou de la Falaise'i
canlandıran Léa Seydoux yüzünden (ama kesinlikle iki buçuk
saatlik süresinden dolayı değil); markanın iki yıl önce
'resmen' değişen yeni logosunu benimseyen Saint Laurent daha
heyecan verici bir bekleyiş... (Pek Yakında)
Keşke
Burda Olsam (Wish I Was Here)
Garden
State'in üzerinden on yıl geçtiğine inanmak zor. Scrubs dizisiyle
yakın bir dostum gibi sevdiğim Zach Braff'ın Natalie Portman'la
birtlikte kamera karşısına geçtiği bu banliyö bağımsız
romantizmi, küçük ve tatlı filmler kuşağı adını verdiğim,
tatlı fakat aslında hiç de küçük olmayan, azımsanmayacak bir
izleyici kitlesine hatta kendine ait bir festivale (Sundance) bile
sahip diyebileceğim, her eve lazım bir kategori. Wish I Was Here de
ilk gösterimini zaten Sundance'te yapmıştı. Başrollerinde
Braff'ın kendisi, çocuk doğurdukça güzelleşen Kate Hudson,
televizyonun benim bir türlü ısınamadığım sevimli sincabı Jim
Parsons, bay CIA Mandy Patinkin (Homeland) ve Braff'ın Scrubs
günlerinden kadim dostu Donald 'Turk' Faison'un rol aldıkları
film, iki çocuğuna bakmak zorunda olan aktör bir babanın
bocalamalarını ve kısmetse zorlukları geride bırakmasını
anlatıyor. (1 Ağustos)
Magic
In The Moonlight
Woody
Allen deyince akan sular hâlâ duruyor, Blue Jasmine'le bunu bir kez
daha kanıtlayan New Yorker'la ilgili aslında endişelerim yok
değil... Arka arkaya gelen filmlerinde enerjisinin düştüğünü
daha önce You Will Meet a Tall Dark Stranger, To Rome With Love,
Cassandra's Love gibi yapıtlarında gözlemlemiştik; Yasemin'den
hemen sonra çekmeye başladığı Magic In The Moonlight'ta da aynı
düşme yaşanır mı sorusunun cevabı bu listede beni en çok
meraklandıran şey belki de, en az başroldeki Emma Stone'un
karakterinin geleceği görme yetisinin gerçekliği kadar... (26
Eylül)
Boyhood
Epik,
efsanevi, görkemli ve kusursuz Boyhood'u anlatmaya yetmeyecek
sıfatlar. Bu filmin arkasındaki hazırlık sürecinin şaşkınlık
yaratan karmaşıklığı ve daha sonra ortaya çıkan şeyi izlerken
duyduğum keyif az önce okuduğunuz tanımlara yeni anlamlar
yüklüyor. Before Sunrise, Sunset ve Midnight üçlemesiyle
tanıdığımız Richard Linklater'ın çekimlerine 2002 yılında
kendi yaşadığı şehir olan Austin'te başladığı 12 yıllık
projesi; altı yaşındaki Mason Jr.'ın üniversiteye uzanan
hayatını, boşanmış anne babası, onların yeni hayatları ve
Mason'ın ablasıyla ilişkisi üzerinden anlatıyor. Annesi Patricia
Arquette, babası Ethan Hawke ablası rolünde ise Linklater'ın
kendi kızı Lorelei Linklater'ı izlediğimiz film her yıl üç,
dört haftalık çekimlerle tam 12 yılda bitmiş. Çekimlerin
başladığını, devam ettiğini hep duyuyor fakat bırakın iyi bir
film izlemeyi, filmin tamamlanabileceğine dahi itimat etmiyordum, ki
bu konuda yalnız da değilim, yönetmenin kendisi de ne kadar zor
bir işe kalkıştığının farkında olduğunu her fırsatta dile
getirdi. Sonra Berlin Film Festivali'nde Boyhood'un gösterim günü
geldi, salon karardı, perde açıldı ve Coldplay'ın Yellow'u ı
çalmaya başladı... (Pek Yakında)
The
Trip To Italy
Biz
izleyicilerin uyumsuz, huysuz ikilileri çok sevdiğimiz film
endüstrisi tarafından çoktan anlaşılmıştı. Bu ikili de
birbirinden pek haz etmiyor, durmadan didişiyor, eleştiriyorlar.
Fakat çok leziz bir amaçları var. Michael Winterbottom tarafından
çekilen ve aktörlerin kendilerinin biraz abartılmış ve aksi
hallerini canladırdıkları aynı adlı televizyon dizisinden ikinci
kez sinemaya uyarlanan (ilki Büyük Krallık'ın kuzeyinde
geçiyordu) The Trip'in İtalya ayağında Steve Coogan ve Rob
Brydon'ı her köşesinden farklı bir lezzet fışkıran bu ülkede
altı farklı sofraya otururken izleyeceğiz. İzledikten sonra da
Camogli, San Fruttuoso, Roma, Pievescola, Ravello ve Capri'ye yolumuz
düştüğünde nerede ne yiyeceğimizi çok iyi biliyor olacağımız
geveze bir film bekliyor bizleri. (Pek Yakında)
Lucy
Luc
Besson her filmiyle olmasa da arada bir turnayı tam da gözünden
vuran o yönetmenlerden. Lucy'nin başrollerinde Scarlett Johansson
ve bilmiyorum kaçıncı kez bilim adamı rolündeki Morgan
Freeman'ın yanı sıra tabii bir de Fransız aksanıyla İngilizce
konuşan bir polis var. Lucy normal zekâda bir insanken içine
(zorla) saklanan aslen bir uyuşturucu olan jelimsi bir maddenin
kanına karışmasıyla beyninin yüzde yüzünü kullanabilmeye
başlıyor. Beynimizin yüzde yüzünü kullanmak nasıl olurdu acaba
sorusuna çok etkileyici cevaplar veren, tehlike ve aksiyonun had
safhada, Johansson'ın ise bir hayli inandırıcı olduğu bu filmi
merak etmeyeyim de ne yapayım? (8 Ağustos)
What
If
Daniel
Radcliffe'i romantik bir komedide izleyecek olmak What If'in en
önemli özelliği. Başarması en güç kategorilerden olmasında
rağmen sinema dünyasında hor görülen bu janrın hiç de fena
olmayan bir örneği olduğu konuşuluyor asıl başlığı 'The F
Word' olan (keşke öyle kalsaydı) ve ilk gösterimi Toronto Film
Festivali'nde yapılan bu filmin... Zoe Kazan (evet Elia'nın torunu)
ve Girls'de yakaladığı başarının ardından karşımıza sık
sık çıkmaya başlayan Adam Driver filmin diğer önemli topları.
Radcliffe halihazırda bir sevgilisi olan Kazan'a aşık oluyor,
mutlu sonlara muhtaç, neler olacağını bekleyip göreceğiz.
(Belirsiz)
Sin
City 2: A Dame To Kill For
2005
temmuzunda vizyona giren Sin City'nin ilkini Emek'te izlemiştim.
Filmin görselliğinden ve hızından çok etkilenmemde belki salonun
da etkisi vardı, belki ne demek, ikisini ayrı düşünmeye ne
hacet... İkinci bir filmin oalcağı sinyalleri bariz de olsa Robert
Rodriguez ve Frank Miller'ın senaryonun başına oturmaları
neredeyse on yıl sürdü. Şimdi ilk filmin Mickey Rourke''lu, Bruce
Wilis'li, Clive Owen'lı, Jessica Alba'lı kadrosunda bazı
değişiklikler var, haliyle. Kariyerinde aydınlık bir dönem
yaşayan Joseph Gordon-Levitt ve kötü çocuk Josh Brolin'in yanı
sıra Eva Green de en femme fatale hallerinden biriyle kadroda.
Green'li film afişinin Amerikan Film Derneği tarafından fazla
müstehcen bulunduğu için yasaklandığını ve dekoltenin
örtülmesi için Photoshop'a teslim edildiğini de hatırlatmış
olayım bu vesileyle. (Pek Yakında)
Tracks
İstanbul
Film Festivali'nde izleme şansını bulduğum Tracks/Çöldeki
İzler'in 18 Temmuz olarak belirlenen vizyon tarihi kendim için
değil izlememiş olanlar için heyecanlandırıyor beni. Öyle güzel
bir sürprizdi ki sabah sabah karşıma çıkan bu hikâye, film
izlemenin ve sinemanın keyfini, her günü filmlerle dolu geçen bir
festival sırasında bile yeniden hatırlatmıştı. Mia
Wasikowska'nın oyunculuğu bir harika, canlandırdığı Robyn
Davidson karakterinde kendinizden bir şeyler bulmasanız da yakın
hissedeceğiniz muhakkak. Adam Driver burada da karşımıza çıkıyor,
Wasikowska'nın tüm uzaklaştırma çabalarına karşın yerinde
durmayı başaran 'iyi' bir karakter olarak. Film 2.800 km'lik
Avustralya çölünü sadece üç devesiyle (hem de kendi eğittiği)
geçmeyi kafasına koymuş Davidson'ın daha sonra bir kitaba da
dönüşen gerçek hikâyesini her bir anını duvarınıza asmak
isteyeceğiniz muhteşem manzaralar eşliğinde anlatıyor. (18
Temmuz)