dakika dakika the best of me ya da 'o çocuğun babasının kim olduğunu biliyoruz'

michelle monaghan'ı true detective'de izlemeyi tercih edenlerdeniz...

'madem dalga geçecektin, ne diye izledin?' işte tam da bunun için izledim bebeğim.

yaranın kabuğuyla oynamak gibi, hafif acılı bir zevk veriyor bu tip filmleri izlemek.

beni nelerin beklediğini biliyorum, şaşırmıyorum, üzülmüyorum, sonra bazen bir de bakıyorum kaptırmış kendimi gidiyorum.

the best of me'nin dvd'sinin çıkacağı anı çaktırmadan bekliyordum. sırf aşağıda okuyacağınız haritayı çıkarabilmek için yapmak istiyordum bunu. yine olsun yine izlerim, hatta şimdi miley cyrus'un liam hemsworth'le tanışıp nişanlanmalarına sebep olan the last song'u da izlemeye karar verdim, benim zamanım değil mi, gerekiyorsa öldürürüm, kime ne!




the best of me, her genç kızın favori filmi the notebook'un başı çektiği nicholas sparks uyarlamalarının sonuncusu. seride göze çarpan diğer filmler: amanda seyfried ve channing tatum'lu dear john; taylor schilling (orange is the new black) ve zack efron'lu the lucky one; julianne hough ve josh duhamel'li ve hatta cobie smulders'lı (robin scherbatsky, how i met your mother) safe haven... fakat the notebook'tan sonra (ama aslında önce) belki de en önemli iki film robin wright'ın henüz sean penn'le evliyken çektiği yani hafızalarımıza kazınan haliyle adı robin wright penn iken kevin costner ile birlikte rol aldıkları message in a bottle ve biraz sonrasında gelen ve neden aynı filmmiş gibi hissedildiğini ancak böylelikle anlama şansı bulduğum, diane lane ve richard gere'li nights in rodanthe. (diane lane ve richard gere bir de unfaithful'da başrolde oynadılar hatırlayacaksınız, ama o en sevdiklerimdendir, o yüzden bu konuyu hiç karıştırmıyorum)

bu sefer de aynı the notebook'ta olduğu gibi geçmişle günümüz arasında gidip geldiğimiz bir ortamdayız. stephen hawking okuyup anlama düzeyinde zeki fakat sorunlu bir aileden gelen oğlanla, kızını para karşılığı ilk fırsatta o oğlandan kurtarmaya çalışacak klasik araba koleksiyoneri düzeyinde zengin bir ailenin kızı arasındaki imkansız/bir süreliğine imkanlı aşk hikayesi.

sağda marsden, solda bracey, yani...
en önemlisi nokta şu: james marsden ve luke bracey birbirlerine hiç benzemiyorlar, bu daha fragmandan belliydi de, bu kadar benzemediklerini fark etmemişim. luke bracey illa birinin gençliğini oynayacaktıysa bu nicolaj coster waldau'nunki olmalıydı bence. evet game of thrones'un jamie lannister'ından bahsediyorum. ayrıca bu çocuk kaç yaşında, gerçi luke perry'nin lise öğrencisini oynamasını benimsemiş bir nesilden olarak şaşırmamam gerekiyor tabii bunlara.

bir komik unsur da marsden'in the notebook'ta terk edilen nişanlıyı oynaması. içinizden sinsi sinsi ve sessiz kahkahalar attırabilecek bir detay.

her şeyden önce sunu söylemek istiyorum: 1992'de o sırt dekolteleri yoktu. filmin tembel kostümcüsü forever 21'dan (collezione, mango, lc waikiki) filan almış olmalı kıyafetleri. ve bu kasabaya grunge hiç uğramamış anaşılan, bu kasaba derken new orleans taraflarından bahsediyoruz, baton rouge'da yaşıyor michele monaghan örneğin. baton rouge treme ve true blood gibi dizileri izleyenlerin avuçlarının içi gibi bildikleri bir yerdir.

nicholas sparks kitaplarının hepsinde birbirini seven iki gencin bir noktada ıslanmaları gerekir. bazen yağmur yağar, bazen de göle atlarlar kendi rızalarıyla. yani sulak toprak, şart.

lösemiyi bilemezdim tabii (ki en bariz tür bu aslında) ama tuck'ın mirası kanser vakfına kalınca bunu da tahmin etmek zor olmadı. sparks'ın hikayelerinde bir de yaşlı adam/kadın şartı var, kalp birleştirici ve konu bağlayıcı rolünü üstleniyorlar.

çocuğun babasının eski sevgili olmaması meselesine ayrılık/hamile kalma arasına görmezden gelinemeyecek bir iki yıl ekleyerek noktayı koymuşlar, şüphelere yer bırakmamışlar. ama ben başlığımı yine de değiştirmeyeceğim, yazının sonuna doğru ilerlediğinizde o oğlana dair bir şey çıkacağından emin olmakta nasıl da haklı olduğumu göreceksiniz. adam hayatta olsa size baba diyebilir miyim derdi bal gibi de!

filmin sonlarına doğru bu dawson karakterinin ölmek üzere olduğunu anlıyorum. ölümüne sebep olduğu arkadaşının kefaretini bir şekilde ödemesi lazımdı ne de olsa. postayla para göndermesi yeterli değildi arkadaşının dul eşine. posta derken baya zarfın içine para koyup yollamaktan bahsediyorum. hatta öyle bir şey ki zarfı yalamadı bile (biz yaladığını görmedik diyelim en azından). amerika böyle güvenilir bir yer, bilirsiniz kapılarını da kitlemez, çekip çıkıverirler... (bu noktada bir de yatağa ayakkabılarıyla uzanmalarından bahsetmek isterdim ama, sonra bana anne dersiniz diye ürktüm, vazgeçtim)

sparks senaryolarında bir ölüm mutlaka gerekli, eğer romantizm gözlerimizi yeteri kadar sulandıramadıysa diye, araya bir kanserli, ya da bir kaza haberinin girmesi gerekiyor illa. yani hazırlıklı olun.

neyse şimdi dawson'ı nasıl kaybettiğimiz de anlaşılmış oldu. birkaç sene önce mehmet günsür'ü de aynı şekilde kaybetmiştik aşk tesadüfleri sever'de. kalbini sevgilisine bırakıp gidivermişti yazık. son şok da, oğlunun ihtiyacı olan kalbin kimden geldiğini bilmediği amanda'nın. yani şok olan sadece o değil biz de. yuh yani anlamamış mıydın be annecim diye. saf şey. ha bir de grey's anatomy'den öğrendiğim bir ey varsa o da nakil işlemlerinin bu denli hızlı yapılamadığır da neyse, meredith'in yalancısı olmiyim şimdi.







afişler arasında bir benzerlik sezinlediniz mi siz de?

oldu olacak, fragmanı da izleyin o zaman: