ortaköy feriye sineması fotoğraf: şeref tokgöz |
#konukyazar ve #ebeveyniminfestivalgüncesi'nden ismi tanıdık gelebilecek yazarımız şeref tokgöz, festival izlenimlerini paylaşmış benimle az önce, e bana da sizinle paylaşmak düşer.
bunu aslında ebeveynimin ağzından ben yapacaktım. festivali geçen sene olduğu gibi özenle takip edemeyeceğimi anlamış, onların deneyimlerini aktarmaya karar vermiştim geçen yıllarda olduğu gibi, gelin görün ki hiçbir şeye vakit kalmadı... durumu dün ht hayat'ta da özetlemeye çalıştım, buradan okuyabilirsiniz.
şimdi sizleri festival hakkında şeref tokgöz'ün notları ve izledikleriyle ilgili yorumlarıyla baş başa bırakıyorum.
☛
Otuz
dört oldu. İstanbul Kültür Sanat Vakfı bundan otuz dört yıl
önce, İstanbul Film Festivalini başlattığında (Eczacıbaşı
ailesine ve özellikle rahmetli Şakir Eczacıbaşı'na saygılar)
kimi kültür yazarlarının “tutmaz bu” ukalalıklarını
hatırlıyorum. Öyle bir tuttu ki, yıllardır uluslararası
kimlikle sürdürüyor yaşamını.
28
Mart Cumartesi sabahı sekiz de Atlas sinemasının kapısındaydım.
Erkenden sıraya gireyim ki, bana gün kalsın diyordum ama bu yıl,
bankalardaki gibi numara verilyormuş ve bilet satışı 10.30 da
başlayacakmış. Numaram 32. İstiklal girişindeki starbucks
açıktı, pek sevmem ama bir filtre kahve ve yetmiş üç sayfa
“kafamda bir tuhaflık” la on buçuğu buldum. Bir gece boyu
yapılan festival kitabı incelemesi, listeler, o olmazsa, bu
alternatifleri falan. 20 filme bilet alındı. Mutluluklar.
Ama
daha da mutluluk, İKSV nin bilet satışında yardım aldığı
gençler. Hani laubalilik sayılmasa her bilet alımında sarılıp
öpesi geliyor insanın. Koltuk seçiminde ısrarlı yardımı, benim
bilet siparişlerimde “düşünme” molalarındaki sabrı. İyi ki
varsın IKSV.
Ama
mutluluk bizim ülkemizde haram meyve gibidir: geçtiğimiz, çok
yakın günlerde; ülke genelinde elektrikler kesildi, Berkin Elvan
evladımızın katlinin araştırılması görevini yüklenen savcı
adliye binasında odasında rehin alındı, polis baskınıyla iki
terörist ve savcı öldü. Savcıyı teröristler mi öldürdü,
polislerin baskınına kurban mı gitti pek anlaşılmadı, tüten
dumanlar daha dağılmadan Aksaray'da emniyet müdürlüğünün
önünde, kızıl saçlı ağzında hastanelerde kullanılan steril
maske olan genç bir kadın, emniyet müdürlüğüne saldırdı
gerekçesiyle öldürüldü, cesedi akşamüstüne kadar vurulup
düştüğü yerde tutuldu, o yol her türlü geçişe yasaklandı.
Elektriğin kırka yakın ilde ve aynı anda nasıl kesildiği bu
yazı yazılırken hala bilinmiyordu, Fenerbahçe 4 Nisan cumartesi
günü Rize'de Rizespor'u 5-1 yendi, maçtan sonra FB kafilesi
otobüsle Trabzon Havalimanına, içinde tüm futbolcular, teknik
ekip, idareciler, güvenlikçi, doktor, şoför dahil 41 kişi ile
giderken, otobüse, Sürmene'de otoyol viyadüğüne girmek
üzereyken, şoför hedef alınarak domdom kurşunlu pompalı
tüfekle ateş edildi, şöför suratından vuruldu, şoför
vurulduğu için kontroldan çıkan otobüsü güvenlik görevlisi
güç bela ama başarıyla durdurdu ve bir olası facia önlenmiş
oldu. Ama yetmedi, Yalova'da vali Selim Cebiroğlu, TERMAL
FEN LİSESİ'NE
teftişe gitti, kıyafet yönetmeliğini protesto için sakal
bırakmış olan matematik öğretmeni HALİL
SERKAN ÖZ'E
sınıfında, öğrencilerinin önünde;
”Bu
saç sakal ne? Sen ne biçim öğretmensin? İnsanlar dışarıda
görseler dilenci zannedip para verirler” diyerek çıkışmıştı. Bunun
üzerine tüm öğretmenler Tübitak
ödüllü meslektaşları HALİL
SERKAN ÖZ için
protesto yürüyüşü düzenlediler, ÖZ'
DE katıldı
bu eyleme, eylemin fotoğraflarında ÖZ
belini
tutmuş, keyifsiz yürüyor görünmekteydi, sonra vali efendinin,
öğrencileri önünde hakaret ettiği HALİL
SERKAN ÖZ kalp
krizi geçirip ÖLDÜ. Evet,
Tübitak ödüllü matematik öğretmeni artık yok.
Bu
anlattıklarımın 34. İstanbul Film Festivalinin her hangi bir
filmiyle alakası yok. Var olan, yukarıdakilerin hepsinin hepi
topunun son bir haftada yaşanmış olması. İşte sırf bu yüzden
bile: İyi ki varsın İKSV.
inci pastanesine uğranmadan beyoğlu'ndan dönülmez. ebeveynimin yalancısıyım. |
06.04.2014
11.00
FİLMİN
ADI: HAYATINI YAŞA.
YÖNETMEN: SHONALI BOSE
SENARYO: SHONALI BOSE
BİR
HİNT FİLMİ. 2014
KALKI
KOECHLIN bu
isim, 18 yaşlarında, çocukluğunda beyin felci felaketine uğramış
bir kızı oynayan kızın ismi. Delhi'de yaşayan orta sınıf,
modern dünyayla barışık Hintli bir ailenin 2-3 yılını anlattı
film bize. Ama öyle bir anlattı ki, tekerlekli sandalyeye mahkum
güzel Leyla'nın, akıllı, üniversitede derslerinde çok başarılı,
üstüne okulun rock grubuna müzik yazdığını, anne, baba, iki
çocuk çok iyi geçinen ailedeki sevimli, yürek ferahlatan
diyaloglarını, Leyla'nın Newyork'a ünüversiteye transferini,
oralarda derslerini sürdürürken çekinmeden, akülü sandalyesiyle
protesto eylemlerine katılmasını, arkadaş çevresini genişletip,
tüm masumiyetiyle cinselliğini keşfetmesini, anneyi, kanserin
anneye pek zamansız uğramasını izlerken, kimi an katıla katıla
gülüp, çoğu an katıla katıla ağlamamak için burnumuz,
gözlerimiz, boynumuzdaki kasları kasmaktan yorgun düştük.
Değdi
mi bu eziyete?
Değmez
mi?
Tıklım
tıklım salon neden ayağa kalkıp alkışlamadık anlamadım. Ama
ayıp ettik.
Harika;
“dakka bir, gol bir” diye belirtti mutluluğunu, haklıydı.
06.04.2015
17.00
FİLMİN
ADI: MARNIE ORADAYKEN
YÖNETMEN: YONEBAYASHI HIROMASA
SENARİSTLER: NIWA KEIKO, ANDO MASASHI, YONEBAYASHI HIROMASA
JAPON
ANİMASYON FİLMİ. 2014
Annesinin
kim olduğunu bilmeyen, teyzesi tarafından büyütülen, bu konuda
bilmediği ebeveynlerine dargın, içe kapanık, üstelik astımlı
güzel küçük kız Anna'nın muhteşem, olağanüstü, şahane
animasyon filmi, Enfes bir masal, son saniyeye kadar çözemediğimiz,
son saniyede şak diye çözülen nefis kurgu. Görüldüğü yerde
mutlaka izlenmeli.
Harika
dedi ki: “dakka iki, gol iki” eyyyyvallah.
07.04.2015
11.00
SAVAŞ
KİTABI
YÖNETMEN:
TOM HARPER
SENARİST: JACK THORNE
İNGİLTERE
2014
Londra'da
bir masanın etrafına toplanmış, başbakanlık dahil konuyu
doğrudan ilgilendiren bakanları temsil eden, her biri kendi
konusunda tam donanımlı bürokratların; Pakistan'ın, Hindistanın
başkentine attığı, büyük fekakete yol açan nükleer bomba
olasılığı üzerine üç gün süren beyin fırtınası.
Yani,
böyle bir olay olursa; “İngiltere hükümeti hangi pozisyonu
almalıdır“ konusu üzerine yapılan filmi; ingilizce bilmeyip,
alt yazılardan takip etme mücadelesi vermenin oldukça yıpratıcı
mücadelesine rağmen, neredeyse masanın etrafındakilerin yüzlerini
tam da hafızamıza alamadan yani zorlanarak izlememize rağmen,
dehşete, kaygıya, umutsuzluğa, çaresizliğe kapılarak izledik.
“Bu film sende ne bıraktı?” diye sorsalar, güzel dünyamızın,
stoklarında nükleer başlıklı bomba bulundururan ülke başkan,
başbakanlarının çok, çok, çok ciddi akıl, dirayet, sağduyu
testlerinin on beş günde bir yapılmasında yarar olduğunu
düşünürüm. Aksi durum tüm dünyamızın, sadece ve net olarak
biteceğini, geriye artık hiçbir şey kalmayacağını söylerdim.
07.04.2015
13.30
İYİ
BİR YALAN
YÖNETMEN: PHILIPPE FALARDEU
SENARİST: MARGARET NAGLE
ABD
2014
Güney
Sudan'da, silahlandırılıp (kimlerce acep?) ortalığa salınmış
başıbozukların, öldüre öldüre yollarına devam etmeleriyle
başladı film.
Babaları
katledilip, köyleri yakılan çocuklardan Theo, saklandıkları ağaç
kuytusunda, etraflarındaki onca katliama rağmen, bacağına
yaklaşan koca akrebi öldürmeyip, eliyle “incitmeden”
uzaklaştıracak kadar sevgi ve barış mesajı veriyordu bize.
1100
kilometre yol alarak, iki kardeş kaybederek ölümüne Kenya'ya
yürümeleri filmin ilk bölümü. Şansları tutup ABD mülteci
programıyla ABD ye götürülmeleri, orada yaşadıkları kültür
farklılıkları, kız kardeşlerinin başka bir eyalete verilmesi,
iş bulmalarına yardım eden genç kadınla ve o kadının
çevresindekilerle kurdukları güzel ilişkiler, kendi aralarındaki
“ufak” sorunlar... kanın, kayıpların, göz yaşının,
acıların, aşırı zorlukların yanında hep umudun da olduğunu
öyle güzel izlettiler ki bize.
Harika
demedi ama ben söyleyeyim: “dakka dört, gol üç”
08.04.2015
13.30
HARİKA
ÇOCUK
YÖNETMEN: MARIO MORTANE
SENARİST: MARIO MORTANE
İTALYA
2014
Yüz
otuz yedi dakika işkence çektik. Tek tesellimiz bin sekiz yüz
başlarındaki; Floransa, Bologna, Napoli bu güne gelebilen güzel
binalarıyla karşımızdaydı. Despot hatta giderek faşist, ama
evini olağanüstü güzellikte kütüphaneye çevirmiş bir babanın,
üç çocuğunu, devlete bağlı, kiliseye saygılı ve kültürlü
insanlar olarak yetiştirme hırsının çevreye verdiği tahribatın
işkencesini çektik.
Ortopedik
sorunları nedeniyle giderek kamburlaşan en büyük oğlan Giacimo
Leopardi bu eksiği nedeniyle zaten negatif bir ayrıcalık
yaşamaktayken, aşırı hassas, şair, protest haliyle babasının
özel baskısına kurban olup, hiç sevgilisi olmayıp, çok, çok,
çok yazmalarının, evinden kaçabilmesinin, parasızlığın, aşırı
duygusallığın, adeta yokuş çıkan çok yüklü bir kamyon
yavaşlığı ile anlatılması, uzun sonuca gidemeyen diyaloglar ve
muhtemelen yeterince çevrilemeyen şiirler baydı. Özet budur.
08.04.2016
16.00
PRENS
YÖNETMEN: SAM DE JONG
SENARİST: SAM DE JONG
HOLLANDA
2015
Günün
ikinci hüsranıydı. İtalyan filmi kadar ağır olmamakla birlikte
çok ezberlediğimiz bir konunun, kötünün kötüsü kopyası
denebilir.
Hollanda'nın
bilinmeyen bir şehrinin kenar mahallelerinden birinde, Eyüp isimli
ergenin, diğer eregen arkadaşları ve kendinden menkul mahallenin
adeta haracını kesen nazi özentili tipler, eroinman bir baba, yeni
bir erkek bulma sevdasındaki geçkinleşmenin son sınırında bir
anne, bir kız kardeş, bir iki kavga, kriminal suçun ucundan
dönmeler ve mutlu son.
Ne
çok gördük bunları biz.
Hamiş:
bu günkü hasılar iki de sıfır.
09.04.2015
11.00
BATAKLIK
YÖNETMEN: ALBERTO RODRİGUEZ
SENARİST: ALBERTO RODRİGUEZ
İSPANYA
2014
ispanya
1980, Franko iyice yaşlanıp, hastalanıp yaşam ünitesine
bağlandığında, ekonomik krizler, ,işçilerin ayaklanmaları,
Franko'yu temsil etmeye kalkan poltikacının ETA tarafından
öldürülmesi falan, Avrupa kıtasının kendi içinde hep var olan
(dışarıya karşı ne kadar paylaşımcı, o tartışılır)
demokratik ruh yapısı, 1975 ten başlayarak, 1930 lardan gelen
İspanyanın faşist rejimini az acılı olarak kaldırmıştı
ortalıktan.
Filmimiz,
o geçiş döneminde, bataklık yapılı bir kasabada, işlenen genç
kadın cinayetlerini çözmeye uğraşan, biri; Franko döneminin
işkenceci, bir kaç da devrimci öldürdüğünü öğrendiğimiz,
ama film boyunca görevini dürüstçe yapmaya uğraşan orta yaşlı
polisle, diğeri; genç, önümüzdeki günlerde baba olmaya
hazırlanan ve aynı bizim 70 ler 80 ler dönemindeki tavizsiz
devrimci gençler yapısındaki iki cinayet masası polisinin, bu
berbat kasabada cinayetleri çözmek için içine girdikleri bataklık
sarmalındaki mücadelesini çok çok güzel anlatan bir filmdi.
Hani, True Dedective tadında desem abartmış olmam. Güzel bir
finalin ardından; “değdi valla” diye toparlanıp çıktık
Atlas'ın yan merdivenlerinden Atlas pasajına. Ama bu sadece
dışarıda yağan yağmurla karşılaşmamızı 1-2 dakika
kısaltabilmişti.
09.04.2015
16.00
MELEĞİN
YÜZÜ
YÖNETMEN: MICHAEL WINTERBOTTOM
SENARİST: PAUL VIRAGH
İNGİLTERE
2014
italya
Siena'da, melek kadar güzel bir öğrenci kız, iğrenç bir
cinayetle öldürülür. Bir gazeteci ve bir senarist/belgeselcinin
eksende olduğu, başından sonuna oldukça gerilimli bir filmdi. Çok
klişe olabilir ama “filmi soluksuz izledik” demek keyif veriyor.
Bir yanda, evladı vahşi bir şekilde öldürülmüş ailenin yürek
paralayıcı acısı. Öte yanda, “sanık” olarak hapiste olan,
maktulün okul ve oda arkadaşı, arada bir mahkemede gördüğümüz
güzel kızın, filmin akışında “sanık” ın bu cinayeti
işlediğine duyurulan kuşkunun yarattığı ikilem. İşte bu
çözümsüzlük “soluksuz” bıraktı izleyenleri.
Yani
iyidir durumlar. Dünün hezimetinin acıları geride kaldı.
10.04.2015
11.00
DEVLET
MAFYA EL ELE
YÖNETMEN: SABINA GUZZANTI
SENARİST: SABINA GUZZANTI
İTALYA
2014
Her
ne kadar festival kitabında, sinema filmi olarak tanıtılsa da,
rahatlıkla “belgesel” sıfatını alacak bir izlenceydi. Sinema
filmi izleyeceğim psikolojisi ile salona girdiğinizde karşınıza
çıkan, İtalya'yı yıllarca kasıp kavuran (o kadar popüler
olmadıysa da, sanki biz, bizdekilerle kasılıp kavrulmaya devam
etmiyoruz!!) mafya belasından neler çekildiğini, ne çok savcının
telef edildiğini, daha da ötesinde ünlü bunga bunga cı Silvio
Berlisconi'nin mafyanın ağababası olduğu ap açık aşikarken
yasal olarak akça pakça, Forza Italya partisinin “sempatik”
başkanı gibi ortada dolaşmasının, kapitalist dünyamıza ne
kadar da yakıştığını, sinema dilinden uzak filmde epey
sıkılarak izlemiş olduk. Eh, bilgi bilgidir, içeriği
umutsuzluklarımızı pekiştirip canımızı derinden sıksa da...
10.04.2015
16.00
MESSI
YÖNETMEN: ALEX DE LA IGLESIA
SENARİST: JORGE VALDANO
İSPANYA
2014
Anneannesi,
torununun beş yaşında yeteneğini fark edip sahaya sürerse o
çocuk Messi olur.
On
iki yaşında bir çocuğun, anneannesini; “teyzeme” diye
kandırıp, Tophaneden taa Çamlıca kırsalına, üstelik 1963
yılında anneannesi, futbol oynamaya gittiği sahada bulup kovalarsa
o çocuk da, bırak Messi'yi, topçu kışlasında er bile olamaz.
Ben
yine de anneannemi hep çok sevdim.
Futbolla,
uzun yıllar bizzat oynayarak yakından ilgilendim. Hep amatördüm.
Futbolu bir spor dalı olarak çok sevdim, sevmeye de devam ediyorum.
Fanatizmi sevmedim, Messi hariç. O, futbolseverlerin; sihirbaz,
uzaylı, cambaz vb. benzetmelerinin, Messi'nin ne olduğuna yetmediği
bir özel yaratık. Onu izlerken, futbolu biraz biliyorsanız mesela
bir Monalisa tablosu yaptığını düşünebilirsiniz. Messi sevilir
ve izlenir. Onun bu güne nasıl geldiğini izlediğimiz belgesel,
Messi'nin futbolu kadar güzel anlattı bu gün bize.
Harika
bile keyifli çıktı salondan.
13.04.2015
11.00
ÜLKESİZ
ŞARKILAR
YÖNETMEN: AYAT NAJAFİ
KAMERA: KOOHYAR KALARI – SARAH BLUM
ALMANYA-FRANSA
2014
Olur
mu acaba? Sorusunu daha filmin neredeyse ilk karesinde soruverdi
salondakilerin hepsinin beyinleri. 1979 dan beri, şahtan kurtulmak
amacıyla, hem laik düşünceli İran halkına, hem sosyalist ve
komünist aydınlara, onlardan aldığı desteğe karşın, hiç
utanmadan, korkunç bir kazık atıp onları devre dışı bırakan,
sefil mollaların ağına yakalanmış sinekler gibi debelenen kadim
İran halkının, güzel ve yürekli kızı Sarah'ın çılgın
projesine detek veren, kavgasına yürekten katılan; Tunus'lu,
Fransız ve İranlı bir avuç müzisyenin : Tahran'da kadın erkek
karışık dinleyici önünde konser verme savaşlarını, çok
heyecanlı bir film gibi izledik. Tümüyle belgesel olan çalışma
gerçekten nefes kesiciydi. Kaypak molla bürokrasisini, projenin
önüne taş koyan her bürokratın suçu başkalarına atma
yalancılığı, müzisyenlerin (başta Sarah) muazzam bir sabırla
işin peşini bırakmamaları ve sonunda, benzeri bir daha
tekrarlanır mı bilinmeyen konseri gerçekleştirmeleri hepimizin
yüreğini yerinden oynattı. Molla rejimine duyduğumuz öfkeden kat
be kat yüksek frekansta sevgi duyduk o sakin ve sabırlı/inatçı
Sarah ve arkadaşlarına. Yaşasın sinema, yaşasın sinema
salonları, yaşasın özgür müzik.
13.04.2015
16.00
ENAYİ
YÖNETMEN: YURY BYKOV
SENARİST: YURY BYKOV
RUSYA
2014
Dürüst
müsünüz?
Doğruya
mı inanıyorsunuz?
Sorunlara
sırtınızı dönmüyor musunuz?
Bu
sorulara cevabınız “evet” ise, siz bu dünyada enayisiniz.
Putin'in
Rusyasının bir şehrinde yaşayan sıradan tesisatçı Dima'da
enayinin
önde gideni.
820
insanın, yaşadığı daireleri gördüğümüzde, o dairelerden
daha da beter erozyona uğramış bu terk edilmiş insanların, o
dokuz katlı, insanın insanlığına isyan edesi, “sosyal konut”
binasındaki yaşamı algılamakta zorlanmak en doğal tepki.
Dima
o binada yaşamıyor.
Dima;
o binadan yarım tık daha iyi sayılacak bir başka sosyal konutun
iki küçük odasında, güzel karısı, sevimli küçük oğlu,
dürüst, iyi niyetli babası, her şeyi dert edinip, dertlerin
tümünü kocasına, gelinine, oğluna her fırsatta veya durup
dururken kusan, bunca derde rağmen epey şişman annesiyle bağırış
çağırış, yoksul bir yaşam sürdürmekte.
Gözü
dönmüş belediye başkanı ve çetesi; halk için, şehir için
harcanacak paraları salyalar saçarak, birbirlerini parçalayarak
paylaşması, yoksul yığınların, sefil “sosyal konut”
binalarında, aşşağılık yaşam biçimlerine mahkum edilmesi,
çaresiz, parasız insanların, kavga, şiddet, vandalizm,
uyuşturucu, seks, kumar, umutsuzluk, çaresizlik denizinde
boğulmaktan kurtulması olanaksız, dağınık aile ilişkileri...
Bu
trajedinin tam ortasında bizim tesisatçı enayi
Dima, sıcak su borusu patlayan, 820 insanın yaşadığı 9 katlı
binanın, taşıyıcı duvarlarında oluşan çatlakların, binanın
çökmesine neden olacağını saptayıp, insanlar enkaz altında
kalmasın diye belediye başkanına koştuğunda tanık oldukları,
her şeyin “zaten” çoktan çöktüğü gerçeğiyle karşılaşır.
İnsanları
“kurtarmak” sanamı kaldı Dima?
Bak,
cinayetler işlendi, anan, karın ağzına sıçtılar bu işlere
karıştın diye. Komşu gençlerin durup dururken iki de bir
kırdıkları bankı tamir etmekten yılmayan baban, bir tek o senden
yana oldu. Gördün işte Dima, gördün sonunda kurtarmak istediğin
820 kişi neler yaptı sana.
Muhreşem
kurgusuyla, kurgunun olağanüstü anlatımıyla, oyunculukların
mükemmelliği ile başımızın döndüğü film bittiğinde; “enayi
olmak
yine de iyidir” diye düşünüyordum. Bu film biryerlerde bulunup
tekrar izlenmeli.
14.04.2015
ATLAS 11.00
İTSİ
BİTSİ
YÖNETMEN: OLE CHIRISTIAN MADSEN
SENARİSTLER: BO HR. HANSEN - OLE CHIRISTIAN MADSEN
DANİMARKA
2014
68
kuşağının; yaşamı değiştirme, özgürlük, farklı yaşam
biçimleri, cinselliğin “tabu” baskısını paramparça etmek,
bedenleri de uyuşturucu gibi paylaşmak, “başka bir dünya”
bulabilmek, aslında, dünyanın herşeyiyle burada, yaşadıklarının
tümü olduğunu bilinç ardında reddetmek, bilinç önünde reddin
farkındalığını, ottan eroine dehşet bir skalayla uyuşturucuda
aramak, bunların tümünü kahredici bir masumiyetle, ard niyetsiz
yaşamak, bu göz yaşartıcı direnişin sonunda, “özgürlüğü”
bulacağını sandığın devasa bir çölde bir gün, birileri,
senin bedeninden arta kalanları bulduğunda “özgürlük”
arayışının orada o çölde sonlandığını bizim “burkularak”
anlamamız...
Eik
isimli, durmadan yazan bir delikanlıyla, güzel İben'in, müzikle,
şiirle, edebiyatla, aşkla, tekli çoklu seksle yaşadıkları,
Danimarka'nın bilmemneresinden, Katmandu'ya süren, Asya'nın
acımasız bir çölünde son bulan, izleyeni koltuğunu çivileyip,
hüzünlerden hüzünlere sürükleyen naif bir destandı. Jeneriğin
bitmesine rağmen koltuktan kalkmak epey zor oldu.
14.04.2015
ATLAS 13.30
SONSUZA
DEK
YÖNETMEN: MARGARITA MANDA
SENARİST: MARGARITA MANDA
YUNANİSTAN
2014
Edebiyatta,
şiirde sık kullanılan bir kalıp vardır: sessizliğin sesi.
İşte
bu film tam o.
Atina
ve Pire limanı. Filmin tümünde; tren makinisti adam, feribot
gişesi memuru kadın, güvenlik görevlisi erkek, gişeci kadının
apartmanındaki adam ve gişe kapalı olduğu için bilet alamayıp
feribotu kaçıran genç adam olmak üzere beş insan görüyoruz.
Bunlardan sadecemakinistle gişecinin kısa bir diyalogları oluyor.
Yönetmen
Atina'yı ve Pire'yi bizim için tümüyle boşaltmış filminde.
Filmi
izlerken hepimizin, aslında ne kadar da yalnız olduğumuz öylesine
net vurgulandı ki.
Makinist
Kostas, gişeci Anna'ya belki aşık, belki çok ilgi duyuyor, belki
dost olmak istiyor. Çünkü trenini tek başına kullanıyor,
otobüsünü tek başına bekliyor, sokaktan aldığı hazır
yemeğini tek başına yiyor, televizyonu tek başına izliyor,
yatağında tek başına yatıyor.
Kostas,
Anna'yı kullandığı trende fark ettiği andan itibaren, gişesinde,
trene binerken, trenden inerken, evinin önünde, penceresinin
altında, sürekli, izleyiciyi tedirgin eden bir sessizlik, bir
sakinlikle izliyor.
Her
sabah, sabahlığı ve elinde kahve kupasıyla balkonundaki
çiçeklerini gözden geçiren Anna'da; sigarasını içerken,
mikrodalga da ısıttığı yemeğini yerken, televizyonunu izlerken,
yatarken hep tek başına.
Filmin
ilk 20 dakikasında muhtemelen; “bu sessizlik, insansızlık böyle
gider” bunalımına erken giren bir kaç kişi salonu terk ettiler.
Eğer sinemayı seviyor idiyseler yazık ettiler kuyruğa girip
çektikleri çileye.
Trenin
en önüne, makinistin yanına oturtup tüm izleyicileri, neredeyse
7-8 dakika, tünelin içini ve rayları izlettirerek treni sürmesi,
bomboş duraklar... Keyif alma katsayımız yavaş yavaş kıpraşmaya
başlamıştı. Giderek Kostas'ın, Anna'yı bir sapık gibi izleyip
evini öğrenmesi hepimizde “bir sapık filmi mi?” korkusu
oluşturması, evin kaldırımında kıpırtısız durup Anna'nın
balkonuna bakması, Anna'nın yan komşusunun, apartmana girerken
Kostas'la göz düellosu yapması, Annayı trenden indikten sonra
gişesine kadar izlemesi... bunları böyle uzatmak mümkün.
Uzatmayacağım.
Önce
sıkılırız sandığımız, sonra iyi ki çıkmadık dediğimiz,
sonunda, koca bir kentin, insansız, sessiz, trafiksiz, devinimsiz,
bir tür katastrofik hali filmi öylesine ilginç ve izlenebilir
kıldı ki, Atina gözümüzün önünde, sisler içinde yok olup
giderken: yalnız olmanın, hani Can babanın dediği gibi; “yanında,
çayına kaç şeker istersin? diye soran” bir dost ses yoksa....
diye düşünüldüğünde, içimize düşen korku... böyleyse bir
insanın yaşamı... işte o zaman; “batsın bu dünya!” dememek
mümkün değildi.
15.04.2015
FERİYE 11.00
BAKİR
DEV
YÖNETMEN: DAGUR KARİ
İZLANDA
– DANİMARKA 2014
Kırklarında,
şişman kocaman bir adam Fusi. İzlanda'nın “ben sakin bir
ülkeyim” diye bas bas bağıran dinginliğinde, annesiyle yaşayan,
hava meydanıda kargo görevlisi. Uzaktan kumandalı otomobili var,
onunla bahçede hız denemeleri yapmayı seviyor. Odasında masanın
üzerinde kurulu makette tanklarıyla, kurşun askerleriyle, Hitler'i
ve ordusunu yenmeye uğraşmakta. İş yerinde, iş arkadaşlarının
kaba şakalarına muhteşem bir sabırla dayanmakta ve her türlü
teknik aleti kolaylıkla onarabilmektedir iyi insan Fusi.
İşte
bu altın yürekli adamın hayatına, küçük komşu kız çocuğu,
üvey babasının doğum günü hediyesi dans kursu ve kursta
tanıdığı genç kadın girince, kendini birden o güne kadar ilgi
alanına girmeyen “dışındaki” dünyanın içinde buluverdi.
Küçük kız ile kurduğu dostluk, kızın işi başından aşkın
babasınca yanlış anlaşılması, duygusal ilişkiye girdiği kurs
arkadaşının kişisel bunalımları, karşısına çıkan sorunlara
yaklaşımındaki, inanılmaz ölçüde paylaşımcı, çözümcü,
hoş görülü yaklaşımı. Yönetmen Dagur Kari öyle iyi,
sağduyulu, güzel ve koca yürekli bir portre izletti ki bizlere,
Fusi'yi çok sevdik, onun her hareketini doğru bulduk, Fusi gibi bir
“insan” olmak istedik. Harika daha ileri gitti; “İzlanda'da
neden yaşamayalım ki?” diye sormaya başladı. Ben; “üşürüm”
dedim...
15.04.2015
BEYOĞLU 16.00
KÜÇÜK
BİR AŞK HİKAYESİ
YÖNETMEN: JAMSHID MAHMOUDI
SENARİST: JAMSHID MAHMOUDI
İRAN
– AFGANİSTAN 2014
Yoksulluk,
din, dinin dayattığı yaşam töreleri, hiç bir insanın hak
etmeyeceği bir yaşam biçimi/koşulları, Tahran'ın varoşlarında,
tahammül sınırlarımızı zorlayan bir gecekondu yerleşkesi,
dünyanın, ekonomik çıkarları için bitirilmeyen, utanç kaynağı
göçmen sorunları ve bağlantısındaki emek sömürüsü, taliban
denen vahşi, militer gücün yarattığı vahşetten, 'medeni'
İran'a gelebilen kaçak göçmen Afgan'ların yaşamak zorunda
kaldıkları bu korkunç varoş mahallesinde, İran'lı, yakışıklılar
yakışıklısı Sabır'la, göçmen Afgan kızı Maruna'nın,
geleneklerin, göreneklerin kozasını yırtmadan aşmalarının
olanaksız olduğu hazin ama çok hazin aşklarının sessiz ve naif
hikayesi. Filmi izlerken bir çok kere bizler; ya mazoşistiz ya Roma
gladyatörlerinin birbirini öldürmesinden kanlı bir haz alan
sapıklarız diye düşündüm. Öyle bir “son” çekmiş ki
yönetmen Mahmut, film bitiyor, jenerik bitiyor, ışıklar bile
yanıyor, insanlığından duyduğun utançla kalkamıyorsun
koltuktan.
16.04.2015
FERİYE 13.30
HAYAT
ALTMIŞINDAN SONRA
YÖNETMEN: SIGRID HOERNER
SENARİST: JANE AINSCOUGH
ALMANYA
2014
Çok
başarılı bir biyolog kadın Luise, insanlarla ilişkilerinde,
bilimsel kariyerindeki başarı ve değerlere yakışmayacak kadar
aksi, kavgacı bir kadın. Kurumu onu, 60 yaşında emekli ediyor.
Sanat
galerisi sahibi Franz, altmışın üzerindeki yaşına rağmen
kendini hala genç sayıp, genç sevgilisiyle, yaşlı bedenine
aykırı hareketler yapıp sıkça belini falan sakatlayan bir garip
adam.
Kırk
yaşındayken yumurtalarını dondurmuş olan Luise, kaliteli
spermler bulmak için yaptığı internet araştırmasında galerici
Franz'la karşılaşır.
İşin
içine, oturduğu yerden yaptığı konuşmalar ve davranışlarla
bizleri kahkahalara boğan sempatik anne, Franz'ın oğlu, onun
sevgilisi, Luise'nin eski patronu, eski iş arkadaşı, kan düşmanı
kadın devreye girdiğinde çok keyifli bir film izler olduk.
Yaşımızın dışında durmaya çabalamanın bizleri epeyce
sıkıntılara sokacağının neşeli bir dersiydi bu Alman filmi.
16.04.2015
FERİYE 16.00
VAHŞİ
YAŞAM
YÖNETMEN: CEDRIC KAHN
SENARİST: NATHALIE NAJEM – LAURENCE VIDAL
FRANSA
2014
Doğayı
çok sevebiliriz, onun ta içine girip yaşamaya kalkışabiliriz.
Bunu, bu 'modern' kimliğe bürünmüş materyalist dünyada yapmaya
kalkışıyorsak ödeyeceğimiz bedelleri çok dikkatle incelememizde
aşırı yarar var. aksi durumda bedeli oldukça ağır olabiliyor.
Paco,
başlarda eşini de ikna etmiş, iki küçük çocuklarıyla bir
karavanda, ormanlık bir yerde yaşarlarken karşımıza çıktılar.
İmreniveriyor insan görür görmez bu manzaraya. Ama anneannemin
dediği gibi;”kazın ayağı öyle değil.”
Paco'nun
eşi, çocuklarının annesi artık bu “doğada yaşamak”
fikrinden sıkılmış, normal bir bir evde, çocuklarının doğru
okulara gitiği bir yaşama dönmek istiyor ve çocuklarını kamptan
kaçırararak kocasıyla film boyunca sürecek savaşı başlatıyor.
Paco
bir şekilde, çocukları annelerinden koparıp izini kaybettiriyor.
Açılan davada çocukların vesayeti anneye verilmiş, Paco ve iki
küçük çocuk tam olarak kaçak hale gelmiş ve polisçe aranır
duruma düşmüşlerdir. Sürekli doğada olmak, bazen doğa
severlerin arasında hep birlikte, bazen baba ve iki oğlu kendi
başlarına, onbir yıl boyunca dağda, bayırda kaçak yaşıyorlar.
Doğa
sever bir izleyici olarak bir türlü Paco'yu onaylayamadım.
Oldukça
karmaşık dünyamızda bu tür bir yaşamı, ucunda “mutluluk”
olduğu için seçmek niyetindeysek, konunun tüm taraflarının tam
bir konsensüsle anlaşmalarının şart olduğunu düşünüyorum.
Tamam çocuklar babalarından şartlar elverdiğince ders aldılar,
çok özgürdüler, doğanın bağrındaydılar ama izlediğimiz on
bir yıllık kaçaklık döneminde, o çocukların çok mutlu
olmadığını, kavgacı asabi tipler haline geldiklerini izledik.
Sonunda
polis kaçakları bulur, çocuklar ve Paco kente döner, Paconun
kesinleşmiş iki yıl hapi cezası, çocukların annelerine
baskısıyla, suçlamasını geri alması ile sağlanır.
Bizde
kemikleşmiş “sistemin” önünde sonunda bir kez daha
kazandığını teslim edip, orta yolu bulmanın hangi yöntemlerle
daha iyi olabileceğini tartışa tartışa yürürken kendimizi
İnci'de profiterol yerken bulduk. Farkında değildik yani, yoksaaa
biz asla kötü beslenmeyiz!!
17.04.2015
ATLAS 11.00
KARA
RUHLAR
YÖNETMEN: FRANCESCO MUNZİ
SENARİST: FRANCESCO MUNZİ-FABRIZIO RUGGIRELLO-MAURIZIO BRAUCCI
İTALYA-FRANSA
2014
Coppola BABA'YI önümüze attığında sağda soldan dolanıp, bize BABA'YI
sevdirmeye uğraştı epey de başardı bunu. Oysa mafya dediğimiz
oluşum, gelenek ayaklarına yatmış suç örgütünden başka bir
bok değil.
İtalya'nın
Calabria bölgesindeki Africo köyünün iki ailesi arasındaki
aptal, saptal ve her seferinde, taraflardan birinin ölümüyle
sonuçlanan bitmez kan davasının bir tarafındaki, mafyacılık
oyununu baştan reddetmiş amca Luciano'nun kahredici dramını
izledik.
Aile
“şerefinden” söz edeceksin ama kokain ticareti yapacaksın,
şerefsizce bir garip köylünün koyunlarını çalıp kebap
yapacaksın, ciddi ifadelerle “aile” den söz edeceksin, rakip
ailenin vitrinine ateş eden ergen yeğenine; “ayaklarına
sıksaydın” diyeceksin, kardeşini öldürdüklerinde hemen karşı
cinayet örgütlenmesine gireceksin, ama aile içi ilişkilerde
hiyerarşik saygı bekleyeceksin. Bu yapılanmanın her bir bireyinin
sonu, mutlaka namlunun önü olmaz mı?
Zaten
hemen hemen öyle oldu.
Abartısız,
yalın anlatımıyla, KARA
RUHLAR'I izleyip
bitirdiğimizde, Mario Puzo'ya ve Francis Ford Capolla'ya, özellikle
ilk filmde işledikleri Marlon Brando'nu BABA karakteriyle bize
BABA'YI sevdirdikleri için bir daha kızdım.
17.04.2015
BEYOĞLU 16.00
ATLANTİK
YÖNETMEN: JAN-WILLIEM EWIJK, ABDELHADİ SAMIH
KURGU: MONA BRAUER
LUXEMBURG-FAS-BELÇİKA-HOLLANDA
2014
Fas'ın
kıyılarındaki bir köyün, rüzgar sörfçüsü yakışıklı, ama
ondan öte iyi insan Fettah'ın, köyüne sık sık gelen,
turistlerden güzel Aleksandra'ya duyduğu, karşılıklı olması
pek mümkün olmayan aşkın sessiz anlatımıydı Atlantik. Bir çok
kuzey Afrika'lı genç denemek istemiş Avrupa medeniyetine sörfle
gitmeyi. Başaran olmamış. Fettah'da, tatili bitip Avrupa'sına
dönen Aleksandra'nın peşinden böyle bir denemeye girişiyor.
Bilmiyoruz gidebildi mi, gidemedi mi? Filmin sonunda yönetmenle
söyleşi yapıldı. Fettah'ın başarıp, başarmadığını bilerek
açık bıraktığını söyledi. Harika eleştirisinde haklıydı;
“filmin akışında Avrupa'lıların Fas'a gelebildikleri
kolaylıkla, Fas'lıların Avrupa'ya neden gidemedikleri
vurgulanmalıydı.”
Festivaldeki
son filmimizdi. Sessiz, sakin bir filmdi. Çektiği derin aşk
acısına rağmen Fettah öyle efendi, öyle sevecendi ki, galiba
onu, ara sıra bir dostu anar gibi anacağız.
İlk
umudumuz, gelecek yıl, ülkemizin uluslararası alanda yüz akı
İstanbul Film Festivali'nin hiç bir noktasına siyasetçilerin
kirli, hırsız, kindar ellerinin değmemesi.
İkinci
umudumuz ise, yine festival kitabından film seçimleri yapıp,
kuyruklara girip biletler alabilmek, kuyruklarda kurulan ayak üstü
sohbetlere doyamamak, film aralarında üşüsek de, terlesek de
İstiklal'i turlamak, orada burada karnımızı doyurup, az sayıda
olan sinemasever arkadaşlarımızla, yer gösterici emekçi
dostlarımızla, salon kapılarında gülen aydınlık yüzleriyle,
bizleri, evlerinin kapısına gelmişiz gibi karşılayan genç
gönüllülerle, her seferinde merhabalaşıp, küçük sohbetler
edip, seneye de görüşebilmek...
annecik ve deniz
|