ebeveynim kendi güncesini kendi yazdı...

ortaköy feriye sineması
fotoğraf: şeref tokgöz


#konukyazar ve #ebeveyniminfestivalgüncesi'nden ismi tanıdık gelebilecek yazarımız şeref tokgöz, festival izlenimlerini paylaşmış benimle az önce, e bana da sizinle paylaşmak düşer.

bunu aslında ebeveynimin ağzından ben yapacaktım. festivali geçen sene olduğu gibi özenle takip edemeyeceğimi anlamış, onların deneyimlerini aktarmaya karar vermiştim geçen yıllarda olduğu gibi, gelin görün ki hiçbir şeye vakit kalmadı... durumu dün ht hayat'ta da özetlemeye çalıştım, buradan okuyabilirsiniz.

şimdi sizleri festival hakkında şeref tokgöz'ün notları ve izledikleriyle ilgili yorumlarıyla baş başa bırakıyorum.

 ☛


SİNEMAYI SEVMEK

Otuz dört oldu. İstanbul Kültür Sanat Vakfı bundan otuz dört yıl önce, İstanbul Film Festivalini başlattığında (Eczacıbaşı ailesine ve özellikle rahmetli Şakir Eczacıbaşı'na saygılar) kimi kültür yazarlarının “tutmaz bu” ukalalıklarını hatırlıyorum. Öyle bir tuttu ki, yıllardır uluslararası kimlikle sürdürüyor yaşamını.
28 Mart Cumartesi sabahı sekiz de Atlas sinemasının kapısındaydım. Erkenden sıraya gireyim ki, bana gün kalsın diyordum ama bu yıl, bankalardaki gibi numara verilyormuş ve bilet satışı 10.30 da başlayacakmış. Numaram 32. İstiklal girişindeki starbucks açıktı, pek sevmem ama bir filtre kahve ve yetmiş üç sayfa “kafamda bir tuhaflık” la on buçuğu buldum. Bir gece boyu yapılan festival kitabı incelemesi, listeler, o olmazsa, bu alternatifleri falan. 20 filme bilet alındı. Mutluluklar.
Ama daha da mutluluk, İKSV nin bilet satışında yardım aldığı gençler. Hani laubalilik sayılmasa her bilet alımında sarılıp öpesi geliyor insanın. Koltuk seçiminde ısrarlı yardımı, benim bilet siparişlerimde “düşünme” molalarındaki sabrı. İyi ki varsın IKSV.
Ama mutluluk bizim ülkemizde haram meyve gibidir: geçtiğimiz, çok yakın günlerde; ülke genelinde elektrikler kesildi, Berkin Elvan evladımızın katlinin araştırılması görevini yüklenen savcı adliye binasında odasında rehin alındı, polis baskınıyla iki terörist ve savcı öldü. Savcıyı teröristler mi öldürdü, polislerin baskınına kurban mı gitti pek anlaşılmadı, tüten dumanlar daha dağılmadan Aksaray'da emniyet müdürlüğünün önünde, kızıl saçlı ağzında hastanelerde kullanılan steril maske olan genç bir kadın, emniyet müdürlüğüne saldırdı gerekçesiyle öldürüldü, cesedi akşamüstüne kadar vurulup düştüğü yerde tutuldu, o yol her türlü geçişe yasaklandı. Elektriğin kırka yakın ilde ve aynı anda nasıl kesildiği bu yazı yazılırken hala bilinmiyordu, Fenerbahçe 4 Nisan cumartesi günü Rize'de Rizespor'u 5-1 yendi, maçtan sonra FB kafilesi otobüsle Trabzon Havalimanına, içinde tüm futbolcular, teknik ekip, idareciler, güvenlikçi, doktor, şoför dahil 41 kişi ile giderken, otobüse, Sürmene'de otoyol viyadüğüne girmek üzereyken, şoför hedef alınarak domdom kurşunlu pompalı tüfekle ateş edildi, şöför suratından vuruldu, şoför vurulduğu için kontroldan çıkan otobüsü güvenlik görevlisi güç bela ama başarıyla durdurdu ve bir olası facia önlenmiş oldu. Ama yetmedi, Yalova'da vali Selim Cebiroğlu, TERMAL FEN LİSESİ'NE teftişe gitti, kıyafet yönetmeliğini protesto için sakal bırakmış olan matematik öğretmeni HALİL SERKAN ÖZ'E sınıfında, öğrencilerinin önünde;
Bu saç sakal ne? Sen ne biçim öğretmensin? İnsanlar dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler” diyerek çıkışmıştı. Bunun üzerine tüm öğretmenler Tübitak ödüllü meslektaşları HALİL SERKAN ÖZ için protesto yürüyüşü düzenlediler, ÖZ' DE katıldı bu eyleme, eylemin fotoğraflarında ÖZ belini tutmuş, keyifsiz yürüyor görünmekteydi, sonra vali efendinin, öğrencileri önünde hakaret ettiği HALİL SERKAN ÖZ kalp krizi geçirip ÖLDÜ. Evet, Tübitak ödüllü matematik öğretmeni artık yok.
Bu anlattıklarımın 34. İstanbul Film Festivalinin her hangi bir filmiyle alakası yok. Var olan, yukarıdakilerin hepsinin hepi topunun son bir haftada yaşanmış olması. İşte sırf bu yüzden bile: İyi ki varsın İKSV.


inci pastanesine uğranmadan beyoğlu'ndan dönülmez.
ebeveynimin yalancısıyım.


06.04.2014 11.00
FİLMİN ADI: HAYATINI YAŞA.
YÖNETMEN: SHONALI BOSE
SENARYO: SHONALI BOSE
BİR HİNT FİLMİ. 2014
KALKI KOECHLIN bu isim, 18 yaşlarında, çocukluğunda beyin felci felaketine uğramış bir kızı oynayan kızın ismi. Delhi'de yaşayan orta sınıf, modern dünyayla barışık Hintli bir ailenin 2-3 yılını anlattı film bize. Ama öyle bir anlattı ki, tekerlekli sandalyeye mahkum güzel Leyla'nın, akıllı, üniversitede derslerinde çok başarılı, üstüne okulun rock grubuna müzik yazdığını, anne, baba, iki çocuk çok iyi geçinen ailedeki sevimli, yürek ferahlatan diyaloglarını, Leyla'nın Newyork'a ünüversiteye transferini, oralarda derslerini sürdürürken çekinmeden, akülü sandalyesiyle protesto eylemlerine katılmasını, arkadaş çevresini genişletip, tüm masumiyetiyle cinselliğini keşfetmesini, anneyi, kanserin anneye pek zamansız uğramasını izlerken, kimi an katıla katıla gülüp, çoğu an katıla katıla ağlamamak için burnumuz, gözlerimiz, boynumuzdaki kasları kasmaktan yorgun düştük.
Değdi mi bu eziyete?
Değmez mi?
Tıklım tıklım salon neden ayağa kalkıp alkışlamadık anlamadım. Ama ayıp ettik.
Harika; “dakka bir, gol bir” diye belirtti mutluluğunu, haklıydı.


06.04.2015 17.00
FİLMİN ADI: MARNIE ORADAYKEN
YÖNETMEN: YONEBAYASHI HIROMASA
SENARİSTLER: NIWA KEIKO, ANDO MASASHI, YONEBAYASHI HIROMASA
JAPON ANİMASYON FİLMİ. 2014
Annesinin kim olduğunu bilmeyen, teyzesi tarafından büyütülen, bu konuda bilmediği ebeveynlerine dargın, içe kapanık, üstelik astımlı güzel küçük kız Anna'nın muhteşem, olağanüstü, şahane animasyon filmi, Enfes bir masal, son saniyeye kadar çözemediğimiz, son saniyede şak diye çözülen nefis kurgu. Görüldüğü yerde mutlaka izlenmeli.
Harika dedi ki: “dakka iki, gol iki” eyyyyvallah.


07.04.2015 11.00
SAVAŞ KİTABI
YÖNETMEN: TOM HARPER
SENARİST: JACK THORNE
İNGİLTERE 2014
Londra'da bir masanın etrafına toplanmış, başbakanlık dahil konuyu doğrudan ilgilendiren bakanları temsil eden, her biri kendi konusunda tam donanımlı bürokratların; Pakistan'ın, Hindistanın başkentine attığı, büyük fekakete yol açan nükleer bomba olasılığı üzerine üç gün süren beyin fırtınası.
Yani, böyle bir olay olursa; “İngiltere hükümeti hangi pozisyonu almalıdır“ konusu üzerine yapılan filmi; ingilizce bilmeyip, alt yazılardan takip etme mücadelesi vermenin oldukça yıpratıcı mücadelesine rağmen, neredeyse masanın etrafındakilerin yüzlerini tam da hafızamıza alamadan yani zorlanarak izlememize rağmen, dehşete, kaygıya, umutsuzluğa, çaresizliğe kapılarak izledik. “Bu film sende ne bıraktı?” diye sorsalar, güzel dünyamızın, stoklarında nükleer başlıklı bomba bulundururan ülke başkan, başbakanlarının çok, çok, çok ciddi akıl, dirayet, sağduyu testlerinin on beş günde bir yapılmasında yarar olduğunu düşünürüm. Aksi durum tüm dünyamızın, sadece ve net olarak biteceğini, geriye artık hiçbir şey kalmayacağını söylerdim.


07.04.2015 13.30
İYİ BİR YALAN
YÖNETMEN: PHILIPPE FALARDEU
SENARİST: MARGARET NAGLE
ABD 2014
Güney Sudan'da, silahlandırılıp (kimlerce acep?) ortalığa salınmış başıbozukların, öldüre öldüre yollarına devam etmeleriyle başladı film.
Babaları katledilip, köyleri yakılan çocuklardan Theo, saklandıkları ağaç kuytusunda, etraflarındaki onca katliama rağmen, bacağına yaklaşan koca akrebi öldürmeyip, eliyle “incitmeden” uzaklaştıracak kadar sevgi ve barış mesajı veriyordu bize.
1100 kilometre yol alarak, iki kardeş kaybederek ölümüne Kenya'ya yürümeleri filmin ilk bölümü. Şansları tutup ABD mülteci programıyla ABD ye götürülmeleri, orada yaşadıkları kültür farklılıkları, kız kardeşlerinin başka bir eyalete verilmesi, iş bulmalarına yardım eden genç kadınla ve o kadının çevresindekilerle kurdukları güzel ilişkiler, kendi aralarındaki “ufak” sorunlar... kanın, kayıpların, göz yaşının, acıların, aşırı zorlukların yanında hep umudun da olduğunu öyle güzel izlettiler ki bize.
Harika demedi ama ben söyleyeyim: “dakka dört, gol üç”


08.04.2015 13.30
HARİKA ÇOCUK
YÖNETMEN: MARIO MORTANE
SENARİST: MARIO MORTANE
İTALYA 2014
Yüz otuz yedi dakika işkence çektik. Tek tesellimiz bin sekiz yüz başlarındaki; Floransa, Bologna, Napoli bu güne gelebilen güzel binalarıyla karşımızdaydı. Despot hatta giderek faşist, ama evini olağanüstü güzellikte kütüphaneye çevirmiş bir babanın, üç çocuğunu, devlete bağlı, kiliseye saygılı ve kültürlü insanlar olarak yetiştirme hırsının çevreye verdiği tahribatın işkencesini çektik.
Ortopedik sorunları nedeniyle giderek kamburlaşan en büyük oğlan Giacimo Leopardi bu eksiği nedeniyle zaten negatif bir ayrıcalık yaşamaktayken, aşırı hassas, şair, protest haliyle babasının özel baskısına kurban olup, hiç sevgilisi olmayıp, çok, çok, çok yazmalarının, evinden kaçabilmesinin, parasızlığın, aşırı duygusallığın, adeta yokuş çıkan çok yüklü bir kamyon yavaşlığı ile anlatılması, uzun sonuca gidemeyen diyaloglar ve muhtemelen yeterince çevrilemeyen şiirler baydı. Özet budur.


08.04.2016 16.00
PRENS
YÖNETMEN: SAM DE JONG
SENARİST: SAM DE JONG
HOLLANDA 2015
Günün ikinci hüsranıydı. İtalyan filmi kadar ağır olmamakla birlikte çok ezberlediğimiz bir konunun, kötünün kötüsü kopyası denebilir.
Hollanda'nın bilinmeyen bir şehrinin kenar mahallelerinden birinde, Eyüp isimli ergenin, diğer eregen arkadaşları ve kendinden menkul mahallenin adeta haracını kesen nazi özentili tipler, eroinman bir baba, yeni bir erkek bulma sevdasındaki geçkinleşmenin son sınırında bir anne, bir kız kardeş, bir iki kavga, kriminal suçun ucundan dönmeler ve mutlu son.
Ne çok gördük bunları biz.
Hamiş: bu günkü hasılar iki de sıfır.


09.04.2015 11.00
BATAKLIK
YÖNETMEN: ALBERTO RODRİGUEZ
SENARİST: ALBERTO RODRİGUEZ
İSPANYA 2014
ispanya 1980, Franko iyice yaşlanıp, hastalanıp yaşam ünitesine bağlandığında, ekonomik krizler, ,işçilerin ayaklanmaları, Franko'yu temsil etmeye kalkan poltikacının ETA tarafından öldürülmesi falan, Avrupa kıtasının kendi içinde hep var olan (dışarıya karşı ne kadar paylaşımcı, o tartışılır) demokratik ruh yapısı, 1975 ten başlayarak, 1930 lardan gelen İspanyanın faşist rejimini az acılı olarak kaldırmıştı ortalıktan.
Filmimiz, o geçiş döneminde, bataklık yapılı bir kasabada, işlenen genç kadın cinayetlerini çözmeye uğraşan, biri; Franko döneminin işkenceci, bir kaç da devrimci öldürdüğünü öğrendiğimiz, ama film boyunca görevini dürüstçe yapmaya uğraşan orta yaşlı polisle, diğeri; genç, önümüzdeki günlerde baba olmaya hazırlanan ve aynı bizim 70 ler 80 ler dönemindeki tavizsiz devrimci gençler yapısındaki iki cinayet masası polisinin, bu berbat kasabada cinayetleri çözmek için içine girdikleri bataklık sarmalındaki mücadelesini çok çok güzel anlatan bir filmdi. Hani, True Dedective tadında desem abartmış olmam. Güzel bir finalin ardından; “değdi valla” diye toparlanıp çıktık Atlas'ın yan merdivenlerinden Atlas pasajına. Ama bu sadece dışarıda yağan yağmurla karşılaşmamızı 1-2 dakika kısaltabilmişti.


09.04.2015 16.00
MELEĞİN YÜZÜ
YÖNETMEN: MICHAEL WINTERBOTTOM
SENARİST: PAUL VIRAGH
İNGİLTERE 2014
italya Siena'da, melek kadar güzel bir öğrenci kız, iğrenç bir cinayetle öldürülür. Bir gazeteci ve bir senarist/belgeselcinin eksende olduğu, başından sonuna oldukça gerilimli bir filmdi. Çok klişe olabilir ama “filmi soluksuz izledik” demek keyif veriyor. Bir yanda, evladı vahşi bir şekilde öldürülmüş ailenin yürek paralayıcı acısı. Öte yanda, “sanık” olarak hapiste olan, maktulün okul ve oda arkadaşı, arada bir mahkemede gördüğümüz güzel kızın, filmin akışında “sanık” ın bu cinayeti işlediğine duyurulan kuşkunun yarattığı ikilem. İşte bu çözümsüzlük “soluksuz” bıraktı izleyenleri.
Yani iyidir durumlar. Dünün hezimetinin acıları geride kaldı.


10.04.2015 11.00
DEVLET MAFYA EL ELE
YÖNETMEN: SABINA GUZZANTI
SENARİST: SABINA GUZZANTI
İTALYA 2014
Her ne kadar festival kitabında, sinema filmi olarak tanıtılsa da, rahatlıkla “belgesel” sıfatını alacak bir izlenceydi. Sinema filmi izleyeceğim psikolojisi ile salona girdiğinizde karşınıza çıkan, İtalya'yı yıllarca kasıp kavuran (o kadar popüler olmadıysa da, sanki biz, bizdekilerle kasılıp kavrulmaya devam etmiyoruz!!) mafya belasından neler çekildiğini, ne çok savcının telef edildiğini, daha da ötesinde ünlü bunga bunga cı Silvio Berlisconi'nin mafyanın ağababası olduğu ap açık aşikarken yasal olarak akça pakça, Forza Italya partisinin “sempatik” başkanı gibi ortada dolaşmasının, kapitalist dünyamıza ne kadar da yakıştığını, sinema dilinden uzak filmde epey sıkılarak izlemiş olduk. Eh, bilgi bilgidir, içeriği umutsuzluklarımızı pekiştirip canımızı derinden sıksa da...


10.04.2015 16.00
MESSI
YÖNETMEN: ALEX DE LA IGLESIA
SENARİST: JORGE VALDANO
İSPANYA 2014
Anneannesi, torununun beş yaşında yeteneğini fark edip sahaya sürerse o çocuk Messi olur.
On iki yaşında bir çocuğun, anneannesini; “teyzeme” diye kandırıp, Tophaneden taa Çamlıca kırsalına, üstelik 1963 yılında anneannesi, futbol oynamaya gittiği sahada bulup kovalarsa o çocuk da, bırak Messi'yi, topçu kışlasında er bile olamaz.
Ben yine de anneannemi hep çok sevdim.
Futbolla, uzun yıllar bizzat oynayarak yakından ilgilendim. Hep amatördüm. Futbolu bir spor dalı olarak çok sevdim, sevmeye de devam ediyorum. Fanatizmi sevmedim, Messi hariç. O, futbolseverlerin; sihirbaz, uzaylı, cambaz vb. benzetmelerinin, Messi'nin ne olduğuna yetmediği bir özel yaratık. Onu izlerken, futbolu biraz biliyorsanız mesela bir Monalisa tablosu yaptığını düşünebilirsiniz. Messi sevilir ve izlenir. Onun bu güne nasıl geldiğini izlediğimiz belgesel, Messi'nin futbolu kadar güzel anlattı bu gün bize.
Harika bile keyifli çıktı salondan.


13.04.2015 11.00
ÜLKESİZ ŞARKILAR
YÖNETMEN: AYAT NAJAFİ
KAMERA: KOOHYAR KALARI – SARAH BLUM
ALMANYA-FRANSA 2014
Olur mu acaba? Sorusunu daha filmin neredeyse ilk karesinde soruverdi salondakilerin hepsinin beyinleri. 1979 dan beri, şahtan kurtulmak amacıyla, hem laik düşünceli İran halkına, hem sosyalist ve komünist aydınlara, onlardan aldığı desteğe karşın, hiç utanmadan, korkunç bir kazık atıp onları devre dışı bırakan, sefil mollaların ağına yakalanmış sinekler gibi debelenen kadim İran halkının, güzel ve yürekli kızı Sarah'ın çılgın projesine detek veren, kavgasına yürekten katılan; Tunus'lu, Fransız ve İranlı bir avuç müzisyenin : Tahran'da kadın erkek karışık dinleyici önünde konser verme savaşlarını, çok heyecanlı bir film gibi izledik. Tümüyle belgesel olan çalışma gerçekten nefes kesiciydi. Kaypak molla bürokrasisini, projenin önüne taş koyan her bürokratın suçu başkalarına atma yalancılığı, müzisyenlerin (başta Sarah) muazzam bir sabırla işin peşini bırakmamaları ve sonunda, benzeri bir daha tekrarlanır mı bilinmeyen konseri gerçekleştirmeleri hepimizin yüreğini yerinden oynattı. Molla rejimine duyduğumuz öfkeden kat be kat yüksek frekansta sevgi duyduk o sakin ve sabırlı/inatçı Sarah ve arkadaşlarına. Yaşasın sinema, yaşasın sinema salonları, yaşasın özgür müzik.


13.04.2015 16.00
ENAYİ
YÖNETMEN: YURY BYKOV
SENARİST: YURY BYKOV
RUSYA 2014
Dürüst müsünüz?
Doğruya mı inanıyorsunuz?
Sorunlara sırtınızı dönmüyor musunuz?
Bu sorulara cevabınız “evet” ise, siz bu dünyada enayisiniz.
Putin'in Rusyasının bir şehrinde yaşayan sıradan tesisatçı Dima'da enayinin önde gideni.
820 insanın, yaşadığı daireleri gördüğümüzde, o dairelerden daha da beter erozyona uğramış bu terk edilmiş insanların, o dokuz katlı, insanın insanlığına isyan edesi, “sosyal konut” binasındaki yaşamı algılamakta zorlanmak en doğal tepki.
Dima o binada yaşamıyor.
Dima; o binadan yarım tık daha iyi sayılacak bir başka sosyal konutun iki küçük odasında, güzel karısı, sevimli küçük oğlu, dürüst, iyi niyetli babası, her şeyi dert edinip, dertlerin tümünü kocasına, gelinine, oğluna her fırsatta veya durup dururken kusan, bunca derde rağmen epey şişman annesiyle bağırış çağırış, yoksul bir yaşam sürdürmekte.
Gözü dönmüş belediye başkanı ve çetesi; halk için, şehir için harcanacak paraları salyalar saçarak, birbirlerini parçalayarak paylaşması, yoksul yığınların, sefil “sosyal konut” binalarında, aşşağılık yaşam biçimlerine mahkum edilmesi, çaresiz, parasız insanların, kavga, şiddet, vandalizm, uyuşturucu, seks, kumar, umutsuzluk, çaresizlik denizinde boğulmaktan kurtulması olanaksız, dağınık aile ilişkileri...
Bu trajedinin tam ortasında bizim tesisatçı enayi Dima, sıcak su borusu patlayan, 820 insanın yaşadığı 9 katlı binanın, taşıyıcı duvarlarında oluşan çatlakların, binanın çökmesine neden olacağını saptayıp, insanlar enkaz altında kalmasın diye belediye başkanına koştuğunda tanık oldukları, her şeyin “zaten” çoktan çöktüğü gerçeğiyle karşılaşır.
İnsanları “kurtarmak” sanamı kaldı Dima?
Bak, cinayetler işlendi, anan, karın ağzına sıçtılar bu işlere karıştın diye. Komşu gençlerin durup dururken iki de bir kırdıkları bankı tamir etmekten yılmayan baban, bir tek o senden yana oldu. Gördün işte Dima, gördün sonunda kurtarmak istediğin 820 kişi neler yaptı sana.
Muhreşem kurgusuyla, kurgunun olağanüstü anlatımıyla, oyunculukların mükemmelliği ile başımızın döndüğü film bittiğinde; “enayi olmak yine de iyidir” diye düşünüyordum. Bu film biryerlerde bulunup tekrar izlenmeli.


14.04.2015 ATLAS 11.00
İTSİ BİTSİ
YÖNETMEN: OLE CHIRISTIAN MADSEN
SENARİSTLER: BO HR. HANSEN - OLE CHIRISTIAN MADSEN
DANİMARKA 2014
68 kuşağının; yaşamı değiştirme, özgürlük, farklı yaşam biçimleri, cinselliğin “tabu” baskısını paramparça etmek, bedenleri de uyuşturucu gibi paylaşmak, “başka bir dünya” bulabilmek, aslında, dünyanın herşeyiyle burada, yaşadıklarının tümü olduğunu bilinç ardında reddetmek, bilinç önünde reddin farkındalığını, ottan eroine dehşet bir skalayla uyuşturucuda aramak, bunların tümünü kahredici bir masumiyetle, ard niyetsiz yaşamak, bu göz yaşartıcı direnişin sonunda, “özgürlüğü” bulacağını sandığın devasa bir çölde bir gün, birileri, senin bedeninden arta kalanları bulduğunda “özgürlük” arayışının orada o çölde sonlandığını bizim “burkularak” anlamamız...
Eik isimli, durmadan yazan bir delikanlıyla, güzel İben'in, müzikle, şiirle, edebiyatla, aşkla, tekli çoklu seksle yaşadıkları, Danimarka'nın bilmemneresinden, Katmandu'ya süren, Asya'nın acımasız bir çölünde son bulan, izleyeni koltuğunu çivileyip, hüzünlerden hüzünlere sürükleyen naif bir destandı. Jeneriğin bitmesine rağmen koltuktan kalkmak epey zor oldu.


14.04.2015 ATLAS 13.30
SONSUZA DEK
YÖNETMEN: MARGARITA MANDA
SENARİST: MARGARITA MANDA
YUNANİSTAN 2014
Edebiyatta, şiirde sık kullanılan bir kalıp vardır: sessizliğin sesi.
İşte bu film tam o.
Atina ve Pire limanı. Filmin tümünde; tren makinisti adam, feribot gişesi memuru kadın, güvenlik görevlisi erkek, gişeci kadının apartmanındaki adam ve gişe kapalı olduğu için bilet alamayıp feribotu kaçıran genç adam olmak üzere beş insan görüyoruz. Bunlardan sadecemakinistle gişecinin kısa bir diyalogları oluyor.
Yönetmen Atina'yı ve Pire'yi bizim için tümüyle boşaltmış filminde.
Filmi izlerken hepimizin, aslında ne kadar da yalnız olduğumuz öylesine net vurgulandı ki.
Makinist Kostas, gişeci Anna'ya belki aşık, belki çok ilgi duyuyor, belki dost olmak istiyor. Çünkü trenini tek başına kullanıyor, otobüsünü tek başına bekliyor, sokaktan aldığı hazır yemeğini tek başına yiyor, televizyonu tek başına izliyor, yatağında tek başına yatıyor.
Kostas, Anna'yı kullandığı trende fark ettiği andan itibaren, gişesinde, trene binerken, trenden inerken, evinin önünde, penceresinin altında, sürekli, izleyiciyi tedirgin eden bir sessizlik, bir sakinlikle izliyor.
Her sabah, sabahlığı ve elinde kahve kupasıyla balkonundaki çiçeklerini gözden geçiren Anna'da; sigarasını içerken, mikrodalga da ısıttığı yemeğini yerken, televizyonunu izlerken, yatarken hep tek başına.
Filmin ilk 20 dakikasında muhtemelen; “bu sessizlik, insansızlık böyle gider” bunalımına erken giren bir kaç kişi salonu terk ettiler. Eğer sinemayı seviyor idiyseler yazık ettiler kuyruğa girip çektikleri çileye.
Trenin en önüne, makinistin yanına oturtup tüm izleyicileri, neredeyse 7-8 dakika, tünelin içini ve rayları izlettirerek treni sürmesi, bomboş duraklar... Keyif alma katsayımız yavaş yavaş kıpraşmaya başlamıştı. Giderek Kostas'ın, Anna'yı bir sapık gibi izleyip evini öğrenmesi hepimizde “bir sapık filmi mi?” korkusu oluşturması, evin kaldırımında kıpırtısız durup Anna'nın balkonuna bakması, Anna'nın yan komşusunun, apartmana girerken Kostas'la göz düellosu yapması, Annayı trenden indikten sonra gişesine kadar izlemesi... bunları böyle uzatmak mümkün.
Uzatmayacağım.
Önce sıkılırız sandığımız, sonra iyi ki çıkmadık dediğimiz, sonunda, koca bir kentin, insansız, sessiz, trafiksiz, devinimsiz, bir tür katastrofik hali filmi öylesine ilginç ve izlenebilir kıldı ki, Atina gözümüzün önünde, sisler içinde yok olup giderken: yalnız olmanın, hani Can babanın dediği gibi; “yanında, çayına kaç şeker istersin? diye soran” bir dost ses yoksa.... diye düşünüldüğünde, içimize düşen korku... böyleyse bir insanın yaşamı... işte o zaman; “batsın bu dünya!” dememek mümkün değildi.


15.04.2015 FERİYE 11.00
BAKİR DEV
YÖNETMEN: DAGUR KARİ
İZLANDA – DANİMARKA 2014
Kırklarında, şişman kocaman bir adam Fusi. İzlanda'nın “ben sakin bir ülkeyim” diye bas bas bağıran dinginliğinde, annesiyle yaşayan, hava meydanıda kargo görevlisi. Uzaktan kumandalı otomobili var, onunla bahçede hız denemeleri yapmayı seviyor. Odasında masanın üzerinde kurulu makette tanklarıyla, kurşun askerleriyle, Hitler'i ve ordusunu yenmeye uğraşmakta. İş yerinde, iş arkadaşlarının kaba şakalarına muhteşem bir sabırla dayanmakta ve her türlü teknik aleti kolaylıkla onarabilmektedir iyi insan Fusi.
İşte bu altın yürekli adamın hayatına, küçük komşu kız çocuğu, üvey babasının doğum günü hediyesi dans kursu ve kursta tanıdığı genç kadın girince, kendini birden o güne kadar ilgi alanına girmeyen “dışındaki” dünyanın içinde buluverdi. Küçük kız ile kurduğu dostluk, kızın işi başından aşkın babasınca yanlış anlaşılması, duygusal ilişkiye girdiği kurs arkadaşının kişisel bunalımları, karşısına çıkan sorunlara yaklaşımındaki, inanılmaz ölçüde paylaşımcı, çözümcü, hoş görülü yaklaşımı. Yönetmen Dagur Kari öyle iyi, sağduyulu, güzel ve koca yürekli bir portre izletti ki bizlere, Fusi'yi çok sevdik, onun her hareketini doğru bulduk, Fusi gibi bir “insan” olmak istedik. Harika daha ileri gitti; “İzlanda'da neden yaşamayalım ki?” diye sormaya başladı. Ben; “üşürüm” dedim...


15.04.2015 BEYOĞLU 16.00
KÜÇÜK BİR AŞK HİKAYESİ
YÖNETMEN: JAMSHID MAHMOUDI
SENARİST: JAMSHID MAHMOUDI
İRAN – AFGANİSTAN 2014
Yoksulluk, din, dinin dayattığı yaşam töreleri, hiç bir insanın hak etmeyeceği bir yaşam biçimi/koşulları, Tahran'ın varoşlarında, tahammül sınırlarımızı zorlayan bir gecekondu yerleşkesi, dünyanın, ekonomik çıkarları için bitirilmeyen, utanç kaynağı göçmen sorunları ve bağlantısındaki emek sömürüsü, taliban denen vahşi, militer gücün yarattığı vahşetten, 'medeni' İran'a gelebilen kaçak göçmen Afgan'ların yaşamak zorunda kaldıkları bu korkunç varoş mahallesinde, İran'lı, yakışıklılar yakışıklısı Sabır'la, göçmen Afgan kızı Maruna'nın, geleneklerin, göreneklerin kozasını yırtmadan aşmalarının olanaksız olduğu hazin ama çok hazin aşklarının sessiz ve naif hikayesi. Filmi izlerken bir çok kere bizler; ya mazoşistiz ya Roma gladyatörlerinin birbirini öldürmesinden kanlı bir haz alan sapıklarız diye düşündüm. Öyle bir “son” çekmiş ki yönetmen Mahmut, film bitiyor, jenerik bitiyor, ışıklar bile yanıyor, insanlığından duyduğun utançla kalkamıyorsun koltuktan.


16.04.2015 FERİYE 13.30
HAYAT ALTMIŞINDAN SONRA
YÖNETMEN: SIGRID HOERNER
SENARİST: JANE AINSCOUGH
ALMANYA 2014
Çok başarılı bir biyolog kadın Luise, insanlarla ilişkilerinde, bilimsel kariyerindeki başarı ve değerlere yakışmayacak kadar aksi, kavgacı bir kadın. Kurumu onu, 60 yaşında emekli ediyor.
Sanat galerisi sahibi Franz, altmışın üzerindeki yaşına rağmen kendini hala genç sayıp, genç sevgilisiyle, yaşlı bedenine aykırı hareketler yapıp sıkça belini falan sakatlayan bir garip adam.
Kırk yaşındayken yumurtalarını dondurmuş olan Luise, kaliteli spermler bulmak için yaptığı internet araştırmasında galerici Franz'la karşılaşır.
İşin içine, oturduğu yerden yaptığı konuşmalar ve davranışlarla bizleri kahkahalara boğan sempatik anne, Franz'ın oğlu, onun sevgilisi, Luise'nin eski patronu, eski iş arkadaşı, kan düşmanı kadın devreye girdiğinde çok keyifli bir film izler olduk. Yaşımızın dışında durmaya çabalamanın bizleri epeyce sıkıntılara sokacağının neşeli bir dersiydi bu Alman filmi.


16.04.2015 FERİYE 16.00
VAHŞİ YAŞAM
YÖNETMEN: CEDRIC KAHN
SENARİST: NATHALIE NAJEM – LAURENCE VIDAL
FRANSA 2014
Doğayı çok sevebiliriz, onun ta içine girip yaşamaya kalkışabiliriz. Bunu, bu 'modern' kimliğe bürünmüş materyalist dünyada yapmaya kalkışıyorsak ödeyeceğimiz bedelleri çok dikkatle incelememizde aşırı yarar var. aksi durumda bedeli oldukça ağır olabiliyor.
Paco, başlarda eşini de ikna etmiş, iki küçük çocuklarıyla bir karavanda, ormanlık bir yerde yaşarlarken karşımıza çıktılar. İmreniveriyor insan görür görmez bu manzaraya. Ama anneannemin dediği gibi;”kazın ayağı öyle değil.”
Paco'nun eşi, çocuklarının annesi artık bu “doğada yaşamak” fikrinden sıkılmış, normal bir bir evde, çocuklarının doğru okulara gitiği bir yaşama dönmek istiyor ve çocuklarını kamptan kaçırararak kocasıyla film boyunca sürecek savaşı başlatıyor.
Paco bir şekilde, çocukları annelerinden koparıp izini kaybettiriyor. Açılan davada çocukların vesayeti anneye verilmiş, Paco ve iki küçük çocuk tam olarak kaçak hale gelmiş ve polisçe aranır duruma düşmüşlerdir. Sürekli doğada olmak, bazen doğa severlerin arasında hep birlikte, bazen baba ve iki oğlu kendi başlarına, onbir yıl boyunca dağda, bayırda kaçak yaşıyorlar.
Doğa sever bir izleyici olarak bir türlü Paco'yu onaylayamadım.
Oldukça karmaşık dünyamızda bu tür bir yaşamı, ucunda “mutluluk” olduğu için seçmek niyetindeysek, konunun tüm taraflarının tam bir konsensüsle anlaşmalarının şart olduğunu düşünüyorum. Tamam çocuklar babalarından şartlar elverdiğince ders aldılar, çok özgürdüler, doğanın bağrındaydılar ama izlediğimiz on bir yıllık kaçaklık döneminde, o çocukların çok mutlu olmadığını, kavgacı asabi tipler haline geldiklerini izledik.
Sonunda polis kaçakları bulur, çocuklar ve Paco kente döner, Paconun kesinleşmiş iki yıl hapi cezası, çocukların annelerine baskısıyla, suçlamasını geri alması ile sağlanır.
Bizde kemikleşmiş “sistemin” önünde sonunda bir kez daha kazandığını teslim edip, orta yolu bulmanın hangi yöntemlerle daha iyi olabileceğini tartışa tartışa yürürken kendimizi İnci'de profiterol yerken bulduk. Farkında değildik yani, yoksaaa biz asla kötü beslenmeyiz!!


17.04.2015 ATLAS 11.00
KARA RUHLAR
YÖNETMEN: FRANCESCO MUNZİ
SENARİST: FRANCESCO MUNZİ-FABRIZIO RUGGIRELLO-MAURIZIO BRAUCCI
İTALYA-FRANSA 2014
Coppola BABA'YI önümüze attığında sağda soldan dolanıp, bize BABA'YI sevdirmeye uğraştı epey de başardı bunu. Oysa mafya dediğimiz oluşum, gelenek ayaklarına yatmış suç örgütünden başka bir bok değil.
İtalya'nın Calabria bölgesindeki Africo köyünün iki ailesi arasındaki aptal, saptal ve her seferinde, taraflardan birinin ölümüyle sonuçlanan bitmez kan davasının bir tarafındaki, mafyacılık oyununu baştan reddetmiş amca Luciano'nun kahredici dramını izledik.
Aile “şerefinden” söz edeceksin ama kokain ticareti yapacaksın, şerefsizce bir garip köylünün koyunlarını çalıp kebap yapacaksın, ciddi ifadelerle “aile” den söz edeceksin, rakip ailenin vitrinine ateş eden ergen yeğenine; “ayaklarına sıksaydın” diyeceksin, kardeşini öldürdüklerinde hemen karşı cinayet örgütlenmesine gireceksin, ama aile içi ilişkilerde hiyerarşik saygı bekleyeceksin. Bu yapılanmanın her bir bireyinin sonu, mutlaka namlunun önü olmaz mı?
Zaten hemen hemen öyle oldu.
Abartısız, yalın anlatımıyla, KARA RUHLAR'I izleyip bitirdiğimizde, Mario Puzo'ya ve Francis Ford Capolla'ya, özellikle ilk filmde işledikleri Marlon Brando'nu BABA karakteriyle bize BABA'YI sevdirdikleri için bir daha kızdım.


17.04.2015 BEYOĞLU 16.00
ATLANTİK
YÖNETMEN: JAN-WILLIEM EWIJK, ABDELHADİ SAMIH
KURGU: MONA BRAUER
LUXEMBURG-FAS-BELÇİKA-HOLLANDA 2014
Fas'ın kıyılarındaki bir köyün, rüzgar sörfçüsü yakışıklı, ama ondan öte iyi insan Fettah'ın, köyüne sık sık gelen, turistlerden güzel Aleksandra'ya duyduğu, karşılıklı olması pek mümkün olmayan aşkın sessiz anlatımıydı Atlantik. Bir çok kuzey Afrika'lı genç denemek istemiş Avrupa medeniyetine sörfle gitmeyi. Başaran olmamış. Fettah'da, tatili bitip Avrupa'sına dönen Aleksandra'nın peşinden böyle bir denemeye girişiyor. Bilmiyoruz gidebildi mi, gidemedi mi? Filmin sonunda yönetmenle söyleşi yapıldı. Fettah'ın başarıp, başarmadığını bilerek açık bıraktığını söyledi. Harika eleştirisinde haklıydı; “filmin akışında Avrupa'lıların Fas'a gelebildikleri kolaylıkla, Fas'lıların Avrupa'ya neden gidemedikleri vurgulanmalıydı.”
Festivaldeki son filmimizdi. Sessiz, sakin bir filmdi. Çektiği derin aşk acısına rağmen Fettah öyle efendi, öyle sevecendi ki, galiba onu, ara sıra bir dostu anar gibi anacağız.
İlk umudumuz, gelecek yıl, ülkemizin uluslararası alanda yüz akı İstanbul Film Festivali'nin hiç bir noktasına siyasetçilerin kirli, hırsız, kindar ellerinin değmemesi.
İkinci umudumuz ise, yine festival kitabından film seçimleri yapıp, kuyruklara girip biletler alabilmek, kuyruklarda kurulan ayak üstü sohbetlere doyamamak, film aralarında üşüsek de, terlesek de İstiklal'i turlamak, orada burada karnımızı doyurup, az sayıda olan sinemasever arkadaşlarımızla, yer gösterici emekçi dostlarımızla, salon kapılarında gülen aydınlık yüzleriyle, bizleri, evlerinin kapısına gelmişiz gibi karşılayan genç gönüllülerle, her seferinde merhabalaşıp, küçük sohbetler edip, seneye de görüşebilmek...



annecik ve deniz

babacık ve deniz