geçen hafta bir iş seyahati yüzünden şaşan dengelerimin hesabını pazartesiye sormuştum, şurda:
İstem dışı da olsa üç günlük bir ara verdim izlemeye. Üç günlük bir dizi ramazanı, ‘Late Night Show’ orucu kendi çapımda. Hani ne zaman evde telefonunuzu unutsanız önce benliğinizi bir panik dalgası sarar, ardından çaresiz olmadığınızı görerek bir kabullenme gelir, hemen sonra rahatlayış ve özgürleşme. Hem de bilgisayarımın yanımda olmasına, en iyisi olmasa da var olan bir wireless bağlantısına rağmen o kapağın neredeyse açılmadığını görmek herkesten önce en çok da beni şaşırttı.
Böyle hissettikten sonra 'Ben yarın da telefonsuz çıkarım ağabey!' Ya da 'Bilgisayar da zaten çok ağırdı, birkaç gün yanımda taşımasam ne olur ki' gibi küçük tatlı yalanları dile bile getiremeden normal, sıradan, gündelik hayatlarımıza dönüveriyoruz. Bu küçük ev aletlerinin faydalarını sayıp sayıp bitiremiyor, onları elimizden, kucağımızdan düşüremiyoruz. Sohbetlerimizi karşımızdakine değil de avcumuzun içine bakarak yapıyor, ah pardon bu telefonu mutlaka cevaplamam lazım diyerek masalardan uzaklaşıyoruz. Bizim jenerasyon böyle, en azından şimdilik, dağlara filan kaçana kadar durumumuz bu, önce kendimiz sonra da büyüklerimiz kabullenecekler, çaresiz.
devamı için ☞
Neyse, ben üç güne de razıyım. Bakın bugün Perşembe ve ben hala Game of Thrones'un hayli bulanık olduğu, pek de bir yere varamadığı ama yine kudretli olduğu ifade edilen sezon finalini henüz izleyebilmiş değilim. Evet bu gece işten derhal ama derhal eve dönüp başına oturmak için elimden ne gelirse ardıma koymayacağım ama o üç günü de kazandım işte. Tabii nasıl bir kazanmak onu da bilemiyorum, bölümde olanları duymamak, görmemek için Twitter'a, Instagram'a ve Facebook'a bakamamalar, yanlış linklere tıklayıp da ya o çok sevdiğim karakterin kellesinin havada uçtuğunu gösteren sayfalarda bulursam kendimi korkusuyla geçti bu üç gün. Gördüğüm her cast fotoğrafı bir duruma işaret ediyordu ve resim altlarını okumamalıydım. Hayal meyal bir şeyleri yine de gördüm, ama herhangi bir anlam yüklememek için gayret ettim, bölümü izleyince çıkacak meydana neyi anlamış neyi anlamamış olduğum.
Böyle molalar bilgisayarın başında çok zaman geçirdiğin günlerin ardından özellikle iyi geliyor. Benimkisi de öyleydi. Fakat benim gibi kolikler o üç günde bütün dünyanın yerinden oynayacağını da düşünebiliyor. Unutuyor ki yaz sezonundayız ve takip ettiği dizileri pek çoğu yayında bile değil. Evine dönüp de o bilgisayarı kucağına ve kulaklıkları da kulağına taktığı an aslında bunu en son yaptığının üzerinden sadece 72 saat geçmiş ve elinde ancak bir Game of Thrones bir de Jonathan Strange ve Mr. Norrel'in birikebilmiş (Orange is the New Black külliyatını da unutmadım, ama o başka bir kafa, anlatmıştım, hatırlarsınız). Ha tabii bir de Jimmy'ler, Seth Meyers'lar var, fena olmayan konuklar geçmiş o koltuklardan hatta bu birkaç günde, tabii o kısacık sohbetleri yalayıp yutmak, skeçleri izlemek dediğin nedir ki? Belki bir sabah kahvaltısı, hadi üzerine bir de kahve, bittiler bile.
Sonuçta asayiş berkemal. Her şey bıraktığım yerinde duruyor. Şehir korktuğum kadar sıcak değil, hatta yağmurlu ve serin. İstanbul'un yağmurunun güzergahınızı ne kadar etkilediğiyle doğru orantılı olarak Haziran ayı için bu şanslı sayılabilecek bir durum (şu yaz da gelemedi bir türlü, demesek olmaz). Şahsen metroya kadar paçalarım çamurla beneklenmeden gidebilsem bana yeter. Haftaya temiz paçalarla başlamak hepimizin hakkı, ne de olsa bugün Pazartesi, değil mi?