son zamanlarda

annem der ki, 17'den 30'a bir kadının yaşını anlamak zordur. 40'lar için ne diyor, bir sorayım...

geçtiğimiz cuma akşamı hadi dedim şu younger'a başlıyım. zaman zaman farklı insanlardan duyduğum sabun köpüklerinden. ama gündemime girmesi başroldeki sutton foster'ı stephen colbert'de izledikten sonra oldu. çok ozel bir performans sergilemiş olduğundan da değil, kısmet işte bazı şeyler.
younger'ın baş köşesinde beni bir şeyler izlerken en çok rahatsız eden o çok uzatılmış bir yalan, kandırma ve insanları aptal yerine koyma durumu var. ama, bir ama'sı da var. dizinin konusu kısaca şöyle:
40 yaşındaki liza miller (sutton foster iki tony kazanmış bir broadway oyuncusu hatta yıldızı bu durumda) erken yaşta hamile kalıp evlenmiştir, işini gücünü batıran sorumsuz kocasıyla ayrılma arifesine geldiklerinde iş hayatına bıraktığı yerden başlayabileceğini düşünür. yayıncılıkta çalışmaktadır ve dönüşün hiç kolay olmadığını birkaç iş görüşmesinden sonra çok iyi anlar. biz de diziye bu iş görüşmelerinden biriyle gireriz zaten: 20'lerinde iki kız kadıncağızı sosyal medya gibi asla hakim olmadığı konularda bilinçsizce sorguya çekmektedirler... evini de satmak zorunda kaldıktan sonra en yakın arkadaşı, lezbiyen, ve sanatçı maggie'nin (debi mazar, madonna, true blue) yanına taşınan liza onun önerisiyle yeni iş görüşmelerine 26 yaşında bir yeni mezun taklidi yaparak gitmeye karar verir ve neredeyse ilk görüşmelerinden birinde de empirical isimli şirkette işi kapar. bu arada onlara bu fikri farkında olmadan da olsa veren kişi liza'nın gece barda tanıştığı genç dövme sanatçısı josh'tır. liza'nın akranı olduğunu düşünüp onunla flört eder.
bu yalanın ağırlığını ortadan kaldıran en önemli şey tabii ki dizinin light tadı ve sadece 22 dakika sürüyor oluşu. liza'nın bu yalanı söylemek zorunda kalmasıyla ilgili her an duyduğu pişmanlık ama arada da kendini bu genç kız rüyasına kaptırıp gidiyor oluşu. iş yerindeki patronu diana ise en sevdiğim karakter. uyuz başlayıp uyuz gitmeyi arada tatlı sürprizler yaparak da olsa başaran, bir anda bize kendini sevdirtme derdine düşmeyen 40'larındaki cesur aksesuarlar takan bu kadın dizinin ağırlık noktası kanımca. hilary duff da oyuncu kadrosunda bu arada, kendisini daha önce hiç izlememiştim, biraz fazla makyajlı olmasının yanı sıra senaryonun ayaklarının yere basması sayesinde o da çok göze batmıyor. kostümler çok iyi, özellikle liza'nın değişimi harika. tabii yine de yanına 20 küsur yaşında biri geldiğinde yaşının anlaşılmamasına imkan yok. yine de kadın taklidi yapan bir erkek barizliğinde de değil tabii...
diyeceğim o ki, cuma başladım, pazartesi üç sezonu bitirmiştim. şu an dördüncü sezonu yayınlanmakta, bugün başlarsanız perşembe s04e09'da kolaylıkla buluşabiliriz yani. hodri meydan.

top of the lake'i de bir çırpıda bitirmiş olduğumu tahmin edersiniz. marmaris istanbul arası çok iyi gitti doğrusu, gerçi onda da pek çok tuhaf sahne var ve havalimanı gibi umumi yerlerde ekranı kapatıvermek zorunda kaldım ama olsun. finali yine istanbul'da bir sabah suzi beni 5 civarı uyandırdıktan sonra yaptım. ve hala güne başlamak için çok erkendi. işin daha ilginci, annemleri de sokmam oldu işin içine. turunç, marmaris'e onların yanına gitmiştim ve ilk sezonu baştan sona beraberce izledik. hiiiiiiç bir şey hatırlamıyormuşum. sonunu bile yanlış hatırlıyormuşum hatta. demans?


soldan sağa: bridget everett, moly shannon, katie aselton ve toni colette. bu da filmin beni ağlatan final sahnesi ama asıl sebebi anlaşılmıyor nasılsa.

sıra geldi dün akşama. evde yalnız başıma kalmaktan dolayı sinirli ve sıkkındım. sonra fun mom dinner isimli filmi izlemeye başladım. tam da ihtiyacım olan şeymiş. felekten bir gece çalan 40 yaşındaki kadınlar ve cuma gecesini evde tek başına oturup bira içip patlamış mısır yiyerek geçiren ben. önce kendim patlatacaktım mısırı, çünkü çok güzel yapabiliyorum, ama tabii sonra kokusuydu bulaşığıydı filan hiç uğraşamayacaktım, hazırını yedim, aypop reklamı yapiyim mi? tabii ki tazesi gibi değil ama günü kurtarıyor. neyse film tatlı bence, imdb puanının neden bu kadar düşük olduğunu anlamadım birileri kızmış herhalde. yani zorlandığı ve uzadığı noktalar var ama dünyanın sonu değil. katie aselton'ı hiç tanımıyormuşum, hikayenin odak noktasında o var gibi herkese eşit ekran süresi ayrılmış olsa da. mark duplass'la evlilermiş. biraz hızlı yaşlanmış gibi, yaşını daha ileri sandım izlerken. toni colette, molly shannon ve son zamanlarda çok güldüğüm bridget everett var kadroda. kocaları da adam scott (big little lies) ve rob huebel (transparent) canlandırıyorlar. özellikle huebel'in scott'a karısıyla iyi geçinmenin kurallarını anlattığı sahne çok komik. ve doğru. sonra bir de final sahnesi var ki ben ağladım ama başka bir şey demiyorum.



dünkü iki film birden kuşağımın ikinci filmi girl crushlarımdan debra winger'ın başrolünde oynadığı the lovers'dı. kocası rolünde ise yüzünü çok iyi tanıdığımız (divorce, homeland, the wiener dog) ama adını asla öğrenmediğimiz bir aktör olan tracy letts var.  o da nesi! yoksa birbirinden tamamen kopuk hayatlar yaşayan orta yaşlı bir karı kocanın arasında yeniden alevlenmeye başlayan kıvılcımlar mı görüyoruz? sondan başa saran bir hikaye gibi. debra winger, annesi ve babasının ayrılacağını öngörüp ortalığı birbirine katmaya başlayan 20'lerinin başındaki oğluna, "tabii seninle ilgili olmayan şeyler için bile en çok sinirlenme hakkına sahip olan kişi sensin" diye sakin sakin geçirmesini çok sevdim. oğlan bir bok anlamadı gerçi ama. neyse.



bu aslında tek başında bir postu hak ediyor ama hazır hızımı almışken ekleyeyim dedim. the killing of a sacred deer'ın ilk fragmanı:



deli yorgos lanthimos'un bu sene cannes'da gösterilen nicole kidman, ve yine, colin farrell'lı filmi. yine bi aşırı tuhaf. galiba lobster kadar komik değil bu defa. heyecandan çıldır dur şimdi.


cannes demişken,  noah baumbach'ın adam sandler, ben stiller ve dustin hoffman'lı the meyerowitz stories'inden de fragman gelmiş ve pek de güzel görünüyor, daha da güzeli netflix oluşu ve çok çaba sarfetmemiz gerekmeden bir ay içinde izleyecek oluşumuz. ne de osla o bahsedilen 'select theater'lar bizim etrafımızda değiller ve okja gibi bunu da dünya çapında aynı anda gösterime sokarsa netflix değmeyin keyfimize!