SON ZAMANLARDA

elisabeth moss 
the handmaid's tale: izleyemiyorum. biriktiriyorum.
the americans
: izleyemiyorum. biriktiriyorum.
westworld: izleyemiyorum. biriktiriyorum.

yani bu diyet yapmak gibi bir şey. şimdi yemiyorsun, ama sonra mayonu ya da jean'ini daha rahat giyiyorsun, mutlu olyuorsun. fakat aradan geçen zamanda sadece keklerden pastalardan ve hamburgerlerden ve patates kızartmalarından bahsetmek istiyorsun. işin en ironik olan kısmı ise şu: gırtlağını tutmak olan diyeti asla beceremediğim bir dönemdeyim. fizy haribo yoksa dido var o yoksa landöşe (langue de chat, yani kedi dili, hani üzeri kakaolu arası marmelatlı anneannenizin evine gittiğiniz zaman onun evinin hemen altındaki maya pastanesi'nden aldığınız yanında da süt içtiğiniz) kurabiyesi var o da yoksa patlamış mısır var. nereye gidiyoruz? belli değil.

the good doctor

biriktirmeyip izlediğim şeyler de var elbette yoksa bu hayatta ben neyim, kimim?

the good doctor geliyor aklıma ilk olarak geçtiğimiz aylarda hızla tükettiğim dizileri düşündüğümde. yenilerden tabii. yoksa yine biriktirip shameless'ı da bir oturuşta bitirivermedim değil.
the good doctor ismi good ile başlayan diziler silsilesinden. ama mesela yine izlemekte olduğum good girls'le ile bir ilintisi yok.
bir satır başı daha, the good doctor'da freddie highmore oynuyor yani norman bates, bu çocuk gerçekten çok iyi, çok spesifik bir tipi olmasından mütevellit belki de, kendine sinemadansa televizyonda bir kariyer edinmenin peşinde. burada asperger sendromlu, son derece zeki bir cerrah (adayı) rolünde. jargona grey's anatomy sağ olsun, hakimiz. kendi gibi cerrah adayı arkadaşlarından birini lovesick'ten hatırlayabilrisiniz, antonia thomas, o da isterse çok iyi amerikalı taklidi yapabileceğini kanıtlıyor burada. beni sardı dizi, hem de beklediğimden çok daha hızlı. ama dolduracağı boşluğun çok büyük bir çapı yok, zaman geçirmelik.



gelelim good girls'e. buradaki en önemli faktör christina hendricks (mad men), retta (parks and rec) ve mae whitman arasındaki kimya. zaten gerçek hayatta da bayağı sıkı dost olmuşlar, bunu katıldıkları her talk showda üstüne basa basa belirtiyorlar. her biri farklı sebeplerden ekonomik sıkıntılar çeken bu üç kadın kontrolü kendi ellerine almaya karar veriyorlar ve olanlar oluyor. çünkü seçtikleri yol tabii ki yasa dışı. breaking bad'imsi, o kadar hiper-realist olmasa da o tarafa sık sık göz kırpıyor ama genel hatlarıyla elbette çok daha hafif bir duruşu var. joan'ı yani christina hendricks'i özlemişim, onu bunca yıldır çok az işte görmek de, doğru işi bekleyip, bulduğuna da inandığının bir göstergesi.

yeni olmayıp da benim hayatıma yeni giren bir arkadaş grubu da community'ninki. yani şöyle söyliyim bir friends olmaz. hatta bunca sezon (9!) nasıl devam edebilmiş olduğunu da anlamıyorum, ama takdir ediyorum. fantastik bir dizi çünkü. bazen çok gülüyorum, bazen hemen bitsin istiyorum, bazen de neden izlemeye devam ettiğim üzerine düşünürken kendimi friends'in daha önce 982 kez izlemiş olduğum bir bölümünü yeniden açarken buluyorum.



community demişken atlanta'dan da bahsetmemek olmaz. çok sevdim. bu da yeni bir keşif değil tabii, yani benim için öyle. aslında geçen sene bi denemiştim, sonra olmadı, o gün havamda değildim belki de. sonra ben bir seveyim. kendi janrının, o janrı nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, başyapıtlarından. yani komedi evet, ama dram dozu da var, sonra araya ilk sezonun beşinci bölümü gibi absürd ötesi bir senaryo karışıveriyor ve her şey daha da güzel oluyor. atlanta ile community'nin bağlantısı da donald glover. şimdi solo'da lando calrissian rolünde oynuyor. egot'a en yakın aktörlerden kendisi: emmy-grammy-tony-oscar, bu ödüllerin hepsini birden kazanırsanız got'unuz olmuş oluyor. grammy'si zaten var çünkü childish gambino isimli bir müzik persona'sı da var kendisinin. emmy kazandı, grammy kazandı, golden globe kazandı, bir müzikal neden yazmasın da tony'yi de kapmasın? neyse atlanta izleyin, ben onun da ikinci sezonunu izlemek için bitmesini bekliyorum ki binge edebileyim.