normal people |
*work in progress
**updated
'son zamanlarda' formatı bni hafta sonu raporu'na dönüşmüştü aslında nciedir ama bu ara kendi kendime kamera karşısına geçip konuşasım sonra da o videoyu editlerken kendi sesimi duyasım pek yok açıkçası. yeterince kendimle, hatta kendilerimizle doluyum/doluyuz sanıyorum. bunun yanı sıra sohbetlere her zaman açığım ve karşınızda olmanın başka yolları üzerinde de çalışıyorum, bakalım.
karantina günleri benim için önceki zamanlardan çok da farklı geçmiyor. en büyük fark geleceğin belirsizliği, o, 'nasıl olsa' inancı kendini tedirginliğe, gerginliğe, umursamazlığa ve tembelliğe bırakıyor dönüşümlü olarak. bir huzur da var hala, ilk günlerde başlayan, herkesin evde olduğunu bilmek, hem güvende olduklarına inanmaktan hem de hiçbir şeyi kaçırmıyor olduğunu bilme halinden... tercihen kaçırmamak en azından. evde olmayı sokağa çıkmaya her yaşımda tercih etmiş bir insan olarak zorlanmıyorum işin özeti. her an büyüklü küçüklü ekranlara bakmayı bir çeşit iş haline getirmiş biri olarak keyfim oldukça yerinde...
son zamanlarda'ya gelecek olursak...
dizilerle başlamak isterim...
QUIZ çok sevdim, geleceğini duymamla başlaması arasında geçen bir gün nasıl geçti nasıl geri saydım anlatamam. konuyu biliyor ve ucundan yaşamış olmamın da etkisi oldu elbette. 2001 yılında kim milyoner olmak ister ingiltere'de yayınına ilk başladığı aylarda ilk milyonun sahibi olan charles ingram'ın kopya çektiğinden şüphelenen yapımcıların konuyu hukuka taşımaları, ingram ailesinin önceki faaliyetleri ve yarışma formatının oluşturulması gibi konuları yalnızca üç bölümde eksiksizce aktarmayı başaran, adrenalini de son derece yüksek bir mini dizi. ingiliz. başroller: matthew macfadyen (pride and prejudice, succession), aisle bea (this way up), sian clifford (fleabag-abla) ve michael sheen.
#BLACKAF ne beklediğimi tam olarak bilmeden başladım. ufak bi araştırmanın sonucunda ne kadar seveceğimi tahmin etmeliydim oysa ki ve sonuçta bu da bi oturuşta bitirdiklerimden oldu. black-ish, grown-ish gibi dizilerin yaratıcısı (izlemedim hiçbirini) kenya barris'in kendisini canlandırdığı, karısı rolüne dizinin aynı zamanda yapımcılarından ve hatta yönetmenlerinden olan rashida jones'u oturttuğu, altı çocuklu bu siyahi çiftin, son derece ayrıcalıklı yaşamları kapsamında siyahiliklerini sorgulamalarını anlatıyor çocuklarından birinin new york üniversitesi film okuluna girmek için çektiği belgeselin alt yapısında. çok eğlenceli, ama düşündürücü ve ne yazık ki yalnızca sekiz bölümden oluşuyor. herkesin beğendiğine eminim, yeni sezonu onayı direkt çakar ve çakmalı, ama bu şartlar altında ne zaman çekilir de izleriz tabii bilmiyorum. NETFLIX
OZARK 3 çok zor başladım yeni sezona, nasıl mırın kırın ettim anlatamam, konusuna uzak kalıyorum, zorlanıyorum para pul mevzularını anlamakta ondan oluyor. bir de en son zevkine son derece itimat ettiğim annem beğenmeyince kalbim de kırılmıştı. izlemesi en kolay dizilerden değil biliyorum, the wire ya da breaking bad seviyesine koyduğumu da düşünmeyin bunu söylerken, içine hemen alıveren bir yapım değil anlamında söylüyorum. ama işte birkaç bölüm sabrettikten ve bol bol ayçekirdeği tükettikten sonra girdim ve tam girdim. bir de aklımda üçün final sezonu olacağına dair yanlış bir bilgi girmiş nerden ve ne zaman girdiyse, onunla da mücadele etmem gerekti. son sezon değil sonuç itibariyle. marty byrde ve ailesi 15 koldan birden oynamayı en az bir sezon daha devam ettirecekler. bence beşe bağlarlar. tabii bunlar normal/bildiğimiz/alışık olduğumuz dünya düzenine ne zaman döneceğimize bağlı. NETFLIX
THE BOYS bunu sevmek sürpriz oldu bana. çekim kalitesinin yüksekliğiyle aldı gönlümü. süper kahramanların şehrin bir parçası sayıldığı bir zamanda geçiyor. the seven adı verilen prestijli süperlerin arasında katılmak hayattaki tek hedefi olan annie ve sevgilisi süperlerden biri tarafından yanlışlıkla öldürülen hughie'nin hikayelerinin parallelliğinde başlayıp devam eden gözünü kan ve aksiyon bürümüş bir dizi the boys. netflix'in jessica jones'larını filan severlere önerilebilirim en çok da. ikinci sezon onayını daha dizinin ilk yayınlandığı günde alan nadir projelerden. başrollerden birinde meg ryan'la dennis quaid'in oğulları jack quaid (hughie), ilk olarak ömrü kısalardan vinyl'le girmişti radarımıza, lord of the rings'den hatırlayabileceğiniz yani ben ordan hatırlıyorum en azından karl urban, gossip girl'ün nate archibald'u chace crawford de kadroda. ama rolü baya küçüktü ilk sezonda. ikinci sezon teaser'ını buradan izleyebilirsiniz. AMAZON PRIME VIDEO
UNORTHODOX tüm polisiyelerin ve fantastik kahramanların arasında bu ilaç gibi geldi. esty'nin hasidik yahudi cemaati satmar'dan ve evliliğinden kaçma, yeni bir hayata başlama hikayesi, geçmişi ve ailesi hakkındakileri dört bölümde izliyoruz. deborah feldman'ın kitabından uyarlanan gerçeklere dayalı bir hikaye. başroldeki shira haas kusursuz bir oyunculuk sergiliyor. new york, williamsburg'den çıktıktan sonra berlin'e gidiyor, orada yaşananlar biraz daha pembe resmedilse de iyi geliyor insana. ben kocası rolündeki amit rahav'ı da çok beğendim, içime işledi karakteri, oyunculuğu. çok kısa sürmesi en büyük eksisi, daha uzun sürmemesi ise en büyük erdemi. çok tavsiye ediyorum. NETFLIX
DEVS parks and recreation'la eş zamanlı nick offerman/ron swanson'ın bambaşka bir rolde olduğu bir dizi izlemek ne kadar doğru bir karardı öncelikle bunu sorgulamak lazım belki de! şans işte, denk geldi. devs, 2014'te ex machina'sını izlediğimiz alex garland'ın dizi projesi. devs'in isim anlamını son bölüme kadar bilemediğimiz, o altın rengi binada ne yapıldığını benim zeka seviyemin kısmen anlayabildiği, sonuç olarak quantum fiziğiyle alakalı araştırmalar yapan bir laboratuvarın sahibi (offerman), yeni işe aldığı rus asıllı genç (karl glusman) ve onun sevgilisi, ex machina'da da boy gösteren sonoya mizuno arasında geçen merak ettirici bir hikaye. devs ne, orada ne yapılıyor, bu insanların gücü neye yetiyor, zaman nedir, nerede başlar nerede biter, eğip bükebilir miyiz gibi sorular soruluyor, kendilerinde cevaplanıyor da. çok tavsiye benden size.
LITTLE FIRES EVERYWHERE nerede başlayıp nerede bittiğini bildiğim mini/limitless dizileri seviyorum, reese witherspoon ve kerry washington'ın başrollerinde oynadıkları bu roman uyarlaması da fena değildi ilk sıralara yerleşemeyecek olsa da. ne de olsa reese big little lies'la yeterince övgü toplamayı başardı benden kendine, burada da çok farklı bir işe soyunmamış, ne çok şaşırtıcı, ne çok heycanlı, ne çok romantik, ne de çok dramatik bir dizi. ama akıyor mu? akıyor.
FEEL GOOD bunu da izledim mi? izledim. daha çok yolu var, kısa da. lezbiyen, madde bağımlılığı geçmişi olan ve stand up yapmak isteyen mae martin'in hikayesi. devamının gelmesi makbul bence. o yüzden daha çok yolu var diyorum, gelsin izleyelim. NETFLIX
BARRY S02 barry'ye kaldığımız yerden devam etmek nedense zor oldu. bir türlü tam giremedik içine, araya başka komik kısalar girdi filan. ama sonra tutturduk ve çok zevk aldık. böyle olacağını zaten biliyorduk da sabredemedik bir türlü. aynı şey için sırada bekleyen ve bence daha bile güzel olan bir dizimiz var: BETTER THINGS. mutlaka ama mutlaka izlemeniz gerekenlerden o da. ah ah. BEIN CONNECT
NORMAL PEOPLE çok konuşuldu hakkında... ben kitabı okumadan izledim diziyi sonuç olarak öncelikle onu söyleyeyim, bu en önemli ayrım çünkü: kitabı okuyanlar ve okumayanlar. sonuna kadar merakla gittim, ama şunu söyleyebilirim ki, ilk kez, bir dizi neden 12 bölüm derken buldum kendimi. neden sekiz değil, hadi bilemedin 10 değil de 12 bölüm! iki çocuğun lisenin son yılında başlayan ilişkilerinin üniversitenin son yılına kadarki çırpınışlarını izliyoruz. komik değil. hüzünlü de değil.bir takım sorunlar yaşıyorlar her ikisi de ama yeterince derinleşebilen bir durum yok. ilişkileri üzerine konuşuyorlar ama yine de ketumlar. sürekli sevişiyorlar, dizi bu konuda elini korkak alıştırmamış, erkek ve kadın cinsel organlarının her birini görüyoruz. tabii nedense hep erkeğin tüm çıplaklığıyla ortada oluşu gündeme oturdu bu süreçte. kadınların soyunması normal kabul ediliyor, bu bizlerden zaten beklenen bir şey haline gelmiş kültürümüzde. denilen o ki, dizi kitaba son derece sadık, 12 bölüm olması da bu yüzden. neredeyse birebir takip ediyor orada olup biteni. peki. her şeye ağlayan ben bu diziden bir gram duygu geçiremedim kendime. kitabın da neden bu kadar övgü topladığını anlayamayanlar pek çoklar etrafımda, ama ben okumadığım için yorum yapmıyorum o konuda. sonuçta bana olmadı, uymadı. hele de fleabag yok efendim call me by your name gibi yapımlarla kıyaslanması, aynı cümle içinde kullanılması filan, içinden geçtiğimiz dönemde kendilerini biraz boşlukta hissedenler oldu diye düşünmeden edemiyorum. güzel görüntüler eşliğinde bir ilişkinin hikayesi anlatılmış, olay bu.
+ + +
VIDA annelerini yeni kaybeden iki kız kardeşin hikayesi. onlar her gün, yeni kaybettikleri ve uzun zamandır da pek bir muhabbetleri olmamış olan anneleri hakkında yeni bir şeyler keşfederken biz de onları tanıyoruz. annelerinden onlara kalan barı işletsinler mi satsınlar mı, kendi cinsel ve aşk hayatları... bu konuda son derece cüretkar bir dizi vida bunu özellikle belirtmek isterim. her bölüm en az bir son derece grafik sahneyle açılıyor dizi. konuların işlenişi itibarıyla oldukça hafif, sabun köpüğümsü ya da pembe dizi olarak nitelenebilecek cinsten. en önemli gücü ise los angeles'ın latin mahallelerinde geçiyor oluşu ve kentsel dönüşümle doğdukları yerden sürekli sürülmek durumunda kalan latin community'nin anlatılması. şu an üçüncü ve final sezonu devam etmekte, ben iki günde iki sezonu bitiriverdim, öyle akıcı, bir de müzikleri çok güzel. insanın hep mojito'sunu (bira da olur) eline alıp dans edesini getiriyor!
HOLLYWOOD ryan murphy'nin son mahareti. açıkçası kendisine inancımı biraz yitirmek üzereyim ama bir yandan da öyle güzel süslemesini biliyor ki yaptığı her şeyi, gözlerimi alamıyorum. burada the politician'dan bir adım ileri gitmiş olduğunu gördüm, ne de olsa bir 'limited' series, eskiden bildiğimiz adıyla mini dizi. nerede biteceğini bildiğinde daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha toparlayıcı olmasını biliyor. burada da aynı quentin tarantino'nun ingloriuos basters ve once upon a time in hollywood'da yaptığı gibi alternatif bir geçmiş, bir gerçek, üzerine çalıştırıyor kalemini. dizi o kadar beğenildi ve izlendi ki şimdilerde yeni bir sezon çekmeyi düşünür müsünüz sorusunu net bir hayır'la cevaplayamamış murphy. para ve ilgi bu kadar tatlı olunca kararlı olmak ve kararlı kalmak zor elbette. sonuç olarak spoiler vermeden finale olan yaklaşımını sevdim, karakterleri beğendim, kıyafetlere, aksesuarlara, saç ve makyajlara, mekanlara kısacası prodüksiyonun kalitesine ise bayıldım, hatta diyorum ya gözümü kör etti adeta... bazı sahnelere çok güldüm, "shut up i'm dancing," gibi. yumuşak bir tonu var dizinin ve iyiden yana, ben hollywood'la ilgili en çok bunu sevdim. NETFLIX
aşk101 bir solukta izledik hepimiz, beğenmeyen de kimse olmadı etrafımda. sadece yeni nesil ne düşündü onu merak ediyorum, çünkü o kadar 90'lar ki... bir yandan da bir köprü kurulmuş tabii, oyuncular harici, liselilik, ergenlik mevzuları 100 yıl geçse de pek değişmiyor ne de olsa. yani ben oturup the breakfast club'dan keyif alabiliyorsam bugun 17 yaşında olan biri de aşk101'i anlayıp takdir edebilir sanıyorum. tek anlam veremeyip üzüldüğüm şey ise tuba ünsal oldu. çok beğenirim fiziksel olarak kendisini, tarzını, ama burda göründüğü an ne yapmış kendine bu kadın derken buldum kendimi. ses kullanımı ve oyunculuk konusundaki ısrarına ise şapka çıkarıyorum, çağımızın en önemli rahatsızlıklarından birine yakalanmış: kendine fazlasıyla güvenmek. onun yanında daha önce hiç izlememiş olduğum bade işçil'i de bir o kadar beğendim, su gibi geldi, güzelliği, tonlamaları. neyse sonuç olarak son zamanların en sürükleyici ve tadı damakta bırakan dizisi unvanını veriyorum aşk101'e. alina, pınar ve yeni tanıştığım diğer gençlere de sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. ya bi de biz böyle bira içmiyorduk filan demeyin allaşkına, biz içmezdik belki de ben içenleri biliyorum, sadece birayla da kalsalar iyi. bizim zamanları anlatıyor diye birebir bizim arkadaş gruplarımızın başından geçenleri anlatacak değil ya, alemsiniz. NETFLIX
ZOEY'S EXTRAORDINARY PLAYLIST hiç sevmem bunu ben, tutmaz zaten, müzikal mi? hayır! gibi olumsuz düşünceler eşliğinde tanıtımlarını izlerken bir anda kendimi ilk bölümünü edinirken buldum. ah bir sevmek bir hemen bağrına basmak! yine herkesin hem oyunculuk hem şarkı söyleme hem de aynı anda son derece koreografili dans etme yeteneklerine şapka çıkarırken buluyor insan kendini. yumuşak, ılımlı bir dizi, esprili ve eğlenceli, fakat aynı zamanda da çok hüzünlü. çünkü işin içinde kızına, oğluna ve eşine son derece bağlı, güzel bir baba (peter gallagher) var ve ağır hasta. beyne bağlı bir hastalık bu sürekli de kötüye gidiyor. kızı zoey'nin insanların dertlerini şarkılardan dinletebilme yeteneği ise (biraz spoiler olacak üzgünüm) burada çok işe yarıyor, ara sıra da olsa babasıyla iletişime geçmeyi başarıyor çünkü böylelikle. açıkçası her bölümden sümük baloncukları ile ayrıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. ama ben bazen biraz fazla duygusal olabiliyor ve kendimi kaptırabiliyorum tabii. ilk sezonu yeni bitti zoey'nin, ikinci sezonunun gelip gelmeyeceği ise net değil henüz. ben gelecek olmasını ümit ediyor ve şimdiden iple çekiyorum.
YENİ BAŞTAN
+ + +
VIDA annelerini yeni kaybeden iki kız kardeşin hikayesi. onlar her gün, yeni kaybettikleri ve uzun zamandır da pek bir muhabbetleri olmamış olan anneleri hakkında yeni bir şeyler keşfederken biz de onları tanıyoruz. annelerinden onlara kalan barı işletsinler mi satsınlar mı, kendi cinsel ve aşk hayatları... bu konuda son derece cüretkar bir dizi vida bunu özellikle belirtmek isterim. her bölüm en az bir son derece grafik sahneyle açılıyor dizi. konuların işlenişi itibarıyla oldukça hafif, sabun köpüğümsü ya da pembe dizi olarak nitelenebilecek cinsten. en önemli gücü ise los angeles'ın latin mahallelerinde geçiyor oluşu ve kentsel dönüşümle doğdukları yerden sürekli sürülmek durumunda kalan latin community'nin anlatılması. şu an üçüncü ve final sezonu devam etmekte, ben iki günde iki sezonu bitiriverdim, öyle akıcı, bir de müzikleri çok güzel. insanın hep mojito'sunu (bira da olur) eline alıp dans edesini getiriyor!
HOLLYWOOD ryan murphy'nin son mahareti. açıkçası kendisine inancımı biraz yitirmek üzereyim ama bir yandan da öyle güzel süslemesini biliyor ki yaptığı her şeyi, gözlerimi alamıyorum. burada the politician'dan bir adım ileri gitmiş olduğunu gördüm, ne de olsa bir 'limited' series, eskiden bildiğimiz adıyla mini dizi. nerede biteceğini bildiğinde daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha toparlayıcı olmasını biliyor. burada da aynı quentin tarantino'nun ingloriuos basters ve once upon a time in hollywood'da yaptığı gibi alternatif bir geçmiş, bir gerçek, üzerine çalıştırıyor kalemini. dizi o kadar beğenildi ve izlendi ki şimdilerde yeni bir sezon çekmeyi düşünür müsünüz sorusunu net bir hayır'la cevaplayamamış murphy. para ve ilgi bu kadar tatlı olunca kararlı olmak ve kararlı kalmak zor elbette. sonuç olarak spoiler vermeden finale olan yaklaşımını sevdim, karakterleri beğendim, kıyafetlere, aksesuarlara, saç ve makyajlara, mekanlara kısacası prodüksiyonun kalitesine ise bayıldım, hatta diyorum ya gözümü kör etti adeta... bazı sahnelere çok güldüm, "shut up i'm dancing," gibi. yumuşak bir tonu var dizinin ve iyiden yana, ben hollywood'la ilgili en çok bunu sevdim. NETFLIX
aşk101 bir solukta izledik hepimiz, beğenmeyen de kimse olmadı etrafımda. sadece yeni nesil ne düşündü onu merak ediyorum, çünkü o kadar 90'lar ki... bir yandan da bir köprü kurulmuş tabii, oyuncular harici, liselilik, ergenlik mevzuları 100 yıl geçse de pek değişmiyor ne de olsa. yani ben oturup the breakfast club'dan keyif alabiliyorsam bugun 17 yaşında olan biri de aşk101'i anlayıp takdir edebilir sanıyorum. tek anlam veremeyip üzüldüğüm şey ise tuba ünsal oldu. çok beğenirim fiziksel olarak kendisini, tarzını, ama burda göründüğü an ne yapmış kendine bu kadın derken buldum kendimi. ses kullanımı ve oyunculuk konusundaki ısrarına ise şapka çıkarıyorum, çağımızın en önemli rahatsızlıklarından birine yakalanmış: kendine fazlasıyla güvenmek. onun yanında daha önce hiç izlememiş olduğum bade işçil'i de bir o kadar beğendim, su gibi geldi, güzelliği, tonlamaları. neyse sonuç olarak son zamanların en sürükleyici ve tadı damakta bırakan dizisi unvanını veriyorum aşk101'e. alina, pınar ve yeni tanıştığım diğer gençlere de sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. ya bi de biz böyle bira içmiyorduk filan demeyin allaşkına, biz içmezdik belki de ben içenleri biliyorum, sadece birayla da kalsalar iyi. bizim zamanları anlatıyor diye birebir bizim arkadaş gruplarımızın başından geçenleri anlatacak değil ya, alemsiniz. NETFLIX
ZOEY'S EXTRAORDINARY PLAYLIST hiç sevmem bunu ben, tutmaz zaten, müzikal mi? hayır! gibi olumsuz düşünceler eşliğinde tanıtımlarını izlerken bir anda kendimi ilk bölümünü edinirken buldum. ah bir sevmek bir hemen bağrına basmak! yine herkesin hem oyunculuk hem şarkı söyleme hem de aynı anda son derece koreografili dans etme yeteneklerine şapka çıkarırken buluyor insan kendini. yumuşak, ılımlı bir dizi, esprili ve eğlenceli, fakat aynı zamanda da çok hüzünlü. çünkü işin içinde kızına, oğluna ve eşine son derece bağlı, güzel bir baba (peter gallagher) var ve ağır hasta. beyne bağlı bir hastalık bu sürekli de kötüye gidiyor. kızı zoey'nin insanların dertlerini şarkılardan dinletebilme yeteneği ise (biraz spoiler olacak üzgünüm) burada çok işe yarıyor, ara sıra da olsa babasıyla iletişime geçmeyi başarıyor çünkü böylelikle. açıkçası her bölümden sümük baloncukları ile ayrıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. ama ben bazen biraz fazla duygusal olabiliyor ve kendimi kaptırabiliyorum tabii. ilk sezonu yeni bitti zoey'nin, ikinci sezonunun gelip gelmeyeceği ise net değil henüz. ben gelecek olmasını ümit ediyor ve şimdiden iple çekiyorum.
YENİ BAŞTAN
SEINFELD
SEX AND THE CITY blutv
SEX AND THE CITY blutv
PARKS AND REC amazon prime video
HEIDI youtube
DAVE CHAPPELLE THE KENNEDY CENTER MARK TWAIN PRIZE NETFLIX
BAŞLADIM VE SEVDİM
MRS AMERICA hem de çok sevdim. her hafta beni en mutlu eden şeylerden biri mrs america'nın yeni bölümünün gelecek olması. cate blanchett mükemmel. onun karşısında ama kadın hareketinin yanında gloria steinem'i canlandıran rose byrne'den uzo adouba'ya tüm kadro inanılmaz.
THE PLOT AGAINST AMERICA henüz bitirmedim ama yayınlandı final bölümü de digitürk bein connect'te. BEIN CONNECT
RUN beklediğimi bulamadım ilk birkaç bölüm itibariyle. ama her hafta izlemeye devam ediyorum. öncelikli sıkıntım çok çok çok sevip beğendiğim merritt weaver ve domhnall gleeson'ın asla tutmayan kimyaları. kuzey amerika'da tren background'unun tutmayacağını ise biz daha samantha ve carrie san francisco'ya giderlerken anlamıştık zaten. neyse, yazar yaratıcılarının birinin phoebe waller bridge olmasından dolayı denemeye devam! BEIN CONNECT
INSECURE izlemeye başlamadıysanız ne duruyorsunuz! hbo'nun cüretkarlığında bir arkadaşlık hikayesi. her ne kadar başroldeki ve aynı zamanda da dizinin yaratıcısı olan issa'nın aşkı ve ilişkilerinde doğru yolu bulmasını izliyor gibi dursak da, asıl hikaye en yakın kız arkadaşıyla altını bir kazıyıp bir doldurdukları dostlukları.
THE GOOD FIGHT yine çok iyi her zaman çok iyi. haftamın bir diğer highlight'ı da kesinlikle the good fight. bu sezon memo 618'in peşindeyiz, yakında hukuk okumaya filan karar verirsem sorumlusu diane lockhart'tır.
THE GOOD FIGHT yine çok iyi her zaman çok iyi. haftamın bir diğer highlight'ı da kesinlikle the good fight. bu sezon memo 618'in peşindeyiz, yakında hukuk okumaya filan karar verirsem sorumlusu diane lockhart'tır.
BOURNE SERİSİ-karantinanın bana hatırlattığı en önemli şey: bourne serisinin her filmi her anı her oyuncusu aşırı iyi. NETFLIX & AMAZON PRME VIDEO
TAYLOR SWIFT: MISS AMERICANA-taylor swift'i sevebileceğim hiç aklıma gelmezdi, bu da oldu, kandırıldım ya da, iyi prodüksiyona kurban gittim belki, gayet mümkün. NETFLIX
LOST GIRLS-amy ryan hatrına izledik, sinirlendik filan izlerken biraz ama onun dışında pek bir şey bırakmadı içimizde. netflix konforundan çıkmadan bir şeyler izlemek isterseniz buyrun. NETFLIX
THE TURNING-sonunu anlamadım ben bir filmin. gerçekten. anlayamadım yani. bence onlar da anlamamış. mackenzie davis çok başarılı olsun istiyorum, onun hatrına izledim zaten, ama olamamış ya çok üzgünüm.
THE HOST-bong joon ho'nun yaratıklı filmi. ne yaratık filmi ne gerilim ne dram, arada sıkışmış kalmış. ben minnet edemeyeceğim valla. ama memories of murder'ı izleyeceğim şimdi, o kesin. NETFLIX
THE WAY BACK-ben affleck'i beğendiğime taylor swift'ten daha çok şaşırdığım bir filmimiz. haksızlık ediyorum biraz sanırım ben kardeşe. film de olmuş olmasına.
ENDINGS BEGINNINGS-of bu da çok kötü. shailene woodley, jamie dornan ve sebastian stan'li aşk ücgeni. hiç olamamış. norma people'ın film versiyonu gibi. rüzgarda salınan nilüfer. bakın o çok iyi filmdi, selamlar seren yüce!
LOVE WEDDING REPEAT-berbat. inanılmaz kötü. uzak durun. NETFLIX
MISSION IMPOSSIBLE SERİSİ-ilk iki filmden sonra düzeliyor, ama ilk iki film gercekten inanılmaz kötüymüş, zamanında bilememişiz. NETFLIX & AMAZON PRIME VIDEO
THE LODGE-bu fena değildi, korkutmadı ama şaşırttı, merak ettirdi. riley keogh'yu beğeniyorum çok zaten. bi tuhaf bi film. uzamıyo çok, bir bakın tadına. ama işte tanımlayamıyorum. filmdeki bütün evler çok güzel onu söyleyebilirim. hoş bir estetik, güzel ışık.
THE ASSISTANT-çok beğendim. julia garner'ı zaten çok beğeniyorum, oscar'da filan duyacağız bu filmin ama öncelikle de başrol oyuncusunun ismini tekrar ahan da buraya yazıyorum.
BAD EDUCATION-hugh jackman çok iyi bir oyuncu. bu hbo filmi de bunu kanıtı. gerçek bir olayı irdeliyor, dönemi çok iyi vermiş, 2002 yılında geçen bir olay.
THE HALF OF IT-lezbiyenli ve liseli cyrano debergerac hikayesi. ok bence. az önce bahsettiğim netflix konforunda ön sıralara alabilirsiniz. NETFLIX
BANANA SPLIT-illa bir ergen hikayesi izleyelim diyorsanız da sizi buraya davet ediyorum. lise son-üniversite bir arası o sonsuzlukta geçen bir menage a trois.
THE EDGE OF TOMORROW-hep çok sverim yine iyiydi, ama işte ne kadar konsantre oldun derseniz, çok değil. telefonumla oynadım hep. kih kih.
MINORITY REPORT-bunu da ben sanırım sinemadan sonra ilk kez izledim tekrar. harry potter izliyorum sandım kendimi valla. AMAZON PRIME VIDEO
SPIDER-MAN SERİSİ-buna daha yeni başladık. dün 2002 yapımı ilk filmi izledik. efektler çok kötü. green goblin inanılmaz kötü, susam sokağı'ndaki kırpık oynasa daha iyi olurmuş yani. ama severim ben tobey'yi. en sevdiğimse yenisi, tom holland. NETFLIX & AMAZON PRIME VIDEO
MISSION IMPOSSIBLE SERİSİ-ilk iki filmden sonra düzeliyor, ama ilk iki film gercekten inanılmaz kötüymüş, zamanında bilememişiz. NETFLIX & AMAZON PRIME VIDEO
THE LODGE-bu fena değildi, korkutmadı ama şaşırttı, merak ettirdi. riley keogh'yu beğeniyorum çok zaten. bi tuhaf bi film. uzamıyo çok, bir bakın tadına. ama işte tanımlayamıyorum. filmdeki bütün evler çok güzel onu söyleyebilirim. hoş bir estetik, güzel ışık.
THE ASSISTANT-çok beğendim. julia garner'ı zaten çok beğeniyorum, oscar'da filan duyacağız bu filmin ama öncelikle de başrol oyuncusunun ismini tekrar ahan da buraya yazıyorum.
BAD EDUCATION-hugh jackman çok iyi bir oyuncu. bu hbo filmi de bunu kanıtı. gerçek bir olayı irdeliyor, dönemi çok iyi vermiş, 2002 yılında geçen bir olay.
THE HALF OF IT-lezbiyenli ve liseli cyrano debergerac hikayesi. ok bence. az önce bahsettiğim netflix konforunda ön sıralara alabilirsiniz. NETFLIX
BANANA SPLIT-illa bir ergen hikayesi izleyelim diyorsanız da sizi buraya davet ediyorum. lise son-üniversite bir arası o sonsuzlukta geçen bir menage a trois.
THE EDGE OF TOMORROW-hep çok sverim yine iyiydi, ama işte ne kadar konsantre oldun derseniz, çok değil. telefonumla oynadım hep. kih kih.
MINORITY REPORT-bunu da ben sanırım sinemadan sonra ilk kez izledim tekrar. harry potter izliyorum sandım kendimi valla. AMAZON PRIME VIDEO
SPIDER-MAN SERİSİ-buna daha yeni başladık. dün 2002 yapımı ilk filmi izledik. efektler çok kötü. green goblin inanılmaz kötü, susam sokağı'ndaki kırpık oynasa daha iyi olurmuş yani. ama severim ben tobey'yi. en sevdiğimse yenisi, tom holland. NETFLIX & AMAZON PRIME VIDEO