59. antalya altın portakal film festivali

en iyi film: karanlık gece, özcan alper; berkay ateş
iyi ki gitmişim antalya'ya, önce bunu bi diyim. ya da iyi ki gidebilmişim diyim, çünkü öncelikle hastalandım. sonra dedim başarabilirim, bu sefer de havalimanı yolunda kimliğimi, ehliyetimi yani ben olduğumu kanıtlayabileceğim her türlü resmi belgeyi evde bırakmış olduğumu fark ettim. çok güzel bir andı, benimle olmanızı isterdim. :) uçağımız charter uçuş olduğundan-tüm basın ve bazı jüri üyeleriyle film ekiplerinden kişiler birlikte uçtuk antalya'ya- ve hem festival hem de alan görevlileri yardımcı olmak için güçlerini birleştirdiler ve beni o uçağa bindirdiler. bu arada kimliksiz oteldeki wi-fi'a bile bağlanmak bir soruna dönüştü, resepsiyona fotoğrafını göndermem gerekti filan. siz siz olun... yani valla benim de ilk kez başıma geliyo, bi hafta önce başka bi seyahatte olunca çanta-cüzdan koordinasyonum bozuldu, ya da kısaca hoop gitti kafa. :) ilk gün biraz deniz sonra da açılış töreni ve ardından da su otelde yapılan partiyle geçti. bu deniz konusu da hayranlık uyandırıcı bu arada, bahsetmek istiyorum. kaldığımız otel, beş yıldızlı gayet havalı otelimiz, dekorasyonuna girmiyorum çünkü bu noktada da önemli değil zaten, ayrıca beyaz çarşafım yorganım olduğu sürece güler yüzlü çalışanlar bir de, benim için hava hoş. 

konyaaltı sahili
ne diyordum, deniz meselesi. şimdi bu otel deniz kenarında bildiğiniz baya denize sıfır. fakat plajı yok! nasıl olur! gitmeden önce bunu biraz dert bile ettim hatta, yani nasıl olacak plaja girmek için para mı ödicez, denize sıfır olup da nasıl plajınız olmaz gibisinden. meğersem antalya bayağı medeni bir şehirmiş, siz deyin barcelona ben diyim atina sahilleri, halkın her kesiminden insan için yürüme parkuru, bisiklet yolu, park, bahçe, ağaçlar ve plaj var. upuzun konyaaltı sahili plaj dediğim de yani öyle küçük boy bir koydan bahsetmiyorum; isterseniz kendi halinde yemeğinizi yiyebileceğiniz meşrubatınızı, biranızı içebileceğiniz işletmeler de var bu sahilde düzenli aralıklarla, ama geri kalan her yer HALKA AİT. hem de o halk için soyunma kabinleri, duşlar konmuş ve bunların hepsi temiz ve çalışır durumda. bütün yaz boyu şu an bulunduğum marmaris, turunç'ta bunun mücadelesini vermiş, çünkü doğal hakları ellerinden alınmış, yarısı boş duran şezlonglarıyla işgalci işletmelerin egolarıyla savaşmış insanlar olarak şahsen çok ama çok etkilendim bu durumdan. ha bu arada deniz de çok güzel. hele sabahları en güzel. zaten.
jean-marc barr & deniz tokgöz
festivale geri dönüyorum tamam. the big blue, derinlik sarhoşluğu'nu izledikten sonra herhalde ilk aşklarımdan biri olan jean marc barr'ı hemen açılış partisinde gördüm. o ilk akşam yanına gitmeye cesaret edemedim açıkçası, fan girl'lük yapmayayım dedim. sonra yaptım tabii ama fotoğraf çektirmeyi haketmiştim diye düşündüm film forum bünyesinde gerçekleşen damla sönmez'le harika söyleşilerini dinledikten sonra, hem yanlız da değildim, çeşitli rütbelerden pek çok kişi fotoğrafını çektirdi, sohbetini etti barr'la, o da herkesle aynı samimiyet ve sıcaklıkla ilgilendi doğrusu. film forum bi proje geliştirme platformu, organizasyonu diyeyim ya da. kısa, uzun, belgesel ve dizi alanında 'fikir'ler sunuldu 5 gün boyunca ve sonunda aralarından bazıları seçildi. kazanan projeleri görmek isterseniz diye link bırakıyorum buraya, önümüzdeki iki sene içinde hepsini izlemiş olmayı ümit ederek. ödül gecesinin ardından bir de parti düzenlendi, o partiye birileri davetli birileri değildi, ben nasıl olduysa davetliler arasındaydım ama neticede hepimiz orda çok konuştuk, çok eğlendik bir süreliğine de olsa neden diye sorgulamayı bıraktık, kendimizi bir yerlere bir şeylere ait hissettik... admin burda biz derken aslında birinci tekil şahısta ama çaktırmıyoruz. :)

as bestas, canavarlar; denis menochet & marina fois
yön: rodrigo sorogoyen
üç yabancı film izledim yalnızca tüm festival boyunca, ilki uluslararası yarışmadan as bestas, canavarlar'dı. 137 dakikalık süresini görünce başta bir gözüm korksa da kahvemi içmiş, kahvaltımı etmiş, dinç hissediyordum kendimi ve, 'hadi deniz!' dedim. iyi ki de demişim. marina fois filmdeki performansıyla en iyi kadın oyuncu ödülü aldı. sessiz ve derinden bir karakteri aynen öyle sessiz, ama çok güçlü bir şekilde canlandırmıştı, uzunca bir süre onu düşündüm hatta filmden sonra, demek yanlız değilmişim böyle düşünen. 
yakın, close; lukas dhont
yarışma filmlerinden başka izleyemedim, ama cannes'da grand prix'yi claire denis'nin stars at noon'uyla paylaşan close'u izledim 'yıldızların altında' açık hava sinemasında. bu arada festivalin çoğu filmi akm'de gösteriliyor, antalya'nın atatür kültür merkezi. yıldızların altında da burada gerçekleşen bir etkinlik. öyle güzel bir park, bahçe ki, ayrıca bir de akşamları serin olabilen bir yer bu açıdan da kalbimi kazandı. heh, close. birkaç sene önce girl ile çıkış yapan belçikalı yönetmen, 1991 doğumlu belçikalı yönetmen diye altını çizeyim, lukas dhont'un filmi. beni mahvetti, göz yaşlarımdan böğrüm ıslandı, ama en önde oturduğum ve yanımda büyük bir şans eseri peçetem olduğundan (genelde olmaz, anlamışsınızdır şans eseri yorumumdan herhalde) bu durumu hiç umursamadım ve bol bol ağladım. başroldeki iki veletin güzellikleri peki? çok süper acıklı bi hikaye, bi yas hikayesi, bi ergenlik hikayesi, bi anne hikayesi, yakalayın izleyin mutlaka. 
ayrılma kararı, park chan-wook
üçüncü yabancım da yine cannes'dan, bu defa park chan wook'a (oldboi, the handmaiden) en iyi yönetmen ödülünü getiren ayrılma kararı'ydı. bu filmde izleyici olarak performansım ne yazık ki çok düşüktü, biraz yorgundum ve film ilk andan içine alsa da kafamın düşmesine engel olamadım. yine yıldızların altındaydık ve bi ara bi ağacın dibine kıvrılsam mı diye bile düşündüm. tabii yapmadım, uyanmaya çabaladım. neyse ki çok hızlı akan iyi bir polisiyeydi. hani bir de başka bir tür olsa herhalde sonunu getiremezdim.
kahvaltıyla ilk film arası çok tatlı bi zaman ayırdım her gün kendime. odada perdeleri çekip yazımı, çizimi yapabileceğim, televizyon dünyasıyla başbaşa kalabileceğim. denize girmeyi kahvaltı öncesi yaptım hep bir seferinde de denize bornozla inmeyi akıl ettim! oh mis.
festivaller konusunda az biraz tecrübeliyim; bütün iyi niyetinizle gün içine mümkün olduğu kadar çok film sığdırmak istersiniz, üç, dört. ama bu aslında hiç sağlıklı olmaz, filmlerin türünün de etkisi olur elbette ama ben maksimum üççülerdenim. bunu derken daha bu yılki istanbul film festivali'nde bile dörtlediğim oldu birkaç gün ama ne kadar verimli olduğu tartışılır duruma geliyor bu izlencelerin. o yüzden antalya'da da ayağımı denk almaya ve önceliklerimi doğru belirlemeye karar verdim. ve önceliğim ulusal yarışma filmleriydi. yalnızca bir film dışında (hara) yarışmadaki tüm filmleri izledim. biraz izleme biraz da etkilenme sıramla anlatmak istiyorum şimdi size hislerimi. his meselesi de karışık, o kadar çok kişiyle o kadar çok aynı şeylerden bahsettik ki bu günler boyunca, henüz bir şey yazmamış olmama rağmen söylenecek her şeyi söyledim gibi hissediyorum ister istemez. 
kurak günler; selahattin paşalı & ekin koç
yön: emin alper
emin alper'in kurak günler'inden sineması adına çok etkilendim, kusursuz bir görsellik sunmuş çünkü, ışığı, kamerası, kurgusu... son ana kadar düşmeyen temposu, harika oyunculukları da cabası. tüm ödülleri (en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, ve daha niceleri...) toplaması hiç şaşırtıcı değildi bu yüzden. başta selahattin paşalı olmak üzere herkes kusursuz performanslar sergiliyor. koç ve paşalı'nın arasındaki elektrikle (seksi birkaç sahne görmeyi arzuladım izlerken); en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alan erol babaoğlu ve erdem şenocak arasındaki süper paslaşmalarla, selin yeninci son zamanlarda kadın oyuncular arasındaki favorim zaten ve burada da hiç şaşırtmamaya, temiz, duru, itinalı oyunculuğuyla devam ediyor. yabanci filmlerle kıyaslamak değil amacım, ama öyle bir yerden sinema keyfi yaşattı bana bu film gerçekten.
karanlık gece; berkay ateş & sibel kekilli
yön: özcan alper
hemen arkasından özcan alper'in karanlık gece'sine geçiyorum çünkü iki film çok kıyaslandı, hikayeler benzer dendi. değil, yani bu toprakların ve dünyanın içinden geçmekte olduğu bu karanlık, bu zorba, bu haklının sadece sesi en çok çıkanın olduğu günlerde sinemacı, yaratıcı bireylerin böyle hikayeler kurgulamaları bana oldukça doğal geliyor diyeyim en azından. alper'in filminin en iyi senaryo ve en iyi film ödüllerini almasının da filmin duygu yoğunluğuyla alakası olduğunu düşünüyorum. o çaresizlik hissini, oğlunu arayan babanın (taner birsel) çaresizliği de, bir suça ortak olmanın (berkay ateş) verdiği çaresizliği de çok doğru bir mesafeden yansıttığını düşünüyorum filmin. alper'in sinemasının melankolisi üzerine konuştuk antalya'da, belki de beni bu filme daha çok çeken de bu, kendi içimde de en istemediğim zamanlarda beliriveren o melankoli hali.
lcv, lütfen cevap veriniz; melisa şenolsun, cem yiğit üzümoğlu & ushan çakır
yön: ismet kurtuluş & kaan arıcı
benim için festivalin en büyük sürprizi lcv, lütfen cevap veriniz idi. ismet kurtuluş ve kaan arıcı'nın istanbul film festivali'nde izlediğim ilk uzun metrajları donadona'dan sonra bu ikinci uzunları. film süresi mevzuu benim için çok önemli sevgili izleyici ve okuyucular. kısa ve öz tercih ediyorum. lcv de bu anlamda beni heyecanladırmıştı iyi anlamda. gözüm korkar oldu 90 dakika ve üzeri filmlerden. her neyse, lcv tek bir odada üç oyuncu arasında geçen bir diyalog filmi, adeta bir tiyatro sahnesi ama asla donuk değil. evlenmelerine dakikalar kalmış bir çift ve onların en yakın arkadaşları gittikçe derinleşen, dallanıp budaklanan bir tartışmanın içine düşüyorlar. cem yiğit üzümoğlu başta olmak üzere, melisa şenolsun ve ushan çakır'ın oyunculuklarıyla, rollerini, sözcüklerini benimseyişleriyle (senaryoda oyuncuların da ismi geçiyor, çünkü çekimler beş gün surmüş olsa da, senaryo geliştirmeye ve okuma provalarına bir buçuk ay kadar bir zaman ayırmışlar) şahlanan, ilk dakikasından son dakikasına hop oturup hop kalktıran inanılmaz bir dinamik izledik 70 dakika boyunca. üzümoğlu'nu şahsen ilk kez izledim ve aradan geçen bir haftada ondan başka bir şey düşünemez oldum. bu arada o gün bu filmden çıkıp üzümoğlu'nun bambaşka bir karakteri canladırdığı karanlık gece'yi izlemek de enteresan bi deneyim oldu. perçinlendi bazı şeyler.
ayna, ayna; laçin ceylan, filmin büyük bir kısmı ceylan'ın kendi tiyatrosu bitiyatro'da geçiyor.
yön: belmin söylemez
festivaldeki iki kadın filminden biri olan, ince ince işlenmiş, belki biraz uzamış, ama girdiği detayları çok doğru seçmiş film ise belmin söylemez'in ayna ayna'sıydı. üç ana kadın karakterle şahane bir istanbul turu attırdı bize film. laçin ceylan en iyi yardımcı kadın oyuncu, filmse jüri özel ödülüyle ayrıldı festivalden. ceylan'ın oyunculuğu, varlığı çok güçlü olsa da bence ödül üç kadın oyuncuya birden verilmeliydi, hem de yardımcı değil, en iyi kadın oyuncu dalında paylaştırılmalıydı. ödül töreni sırasında en iyi erkek oyuncu'yu sunmak için sahneye çıkan jüri üyelerinden nurgül yeşilçay'ın da dediği gibi, 'o kadar çok erkek oyuncu vardı ki, ödülü iki erkek arasında ancak paylaştırabildik.' 
kar ve ayı; merve dizdar
yön: selcen ergun
festivalde bir kadın filmi daha vardı o da selcen ergun'un ilk uzun metrajı kar ve ayı'ydı. başrolünde merve dizdar'ın rol aldığı film en iyi kadın oyuncu ve en iyi ilk film ödülleriyle ayrıldı geceden. ergun ödülünü almak için sahneye çıktığında, 'tek ilk film benimkiydi ve jüri üyelerine eğer layık görmüyorlarsa ödülü bana vermemelerini söyledim,' dedi. özcan alper'e sonbahar'la başlayan sevgimse, en iyi film ödülünü kabul ettikten hemen sonra sahneden selcen'e seslenmeyi tercih etmesiyle oldu. ona ödülü kesinlikle hakettiğini, ve heykelciğini gururla taşıması gerektiğini öğütledi. bunlar bana çok ince, çok nazik detaylar geliyor, etkileniyorum. alper'in karanlık gece'nin ardından katıldığı halk söyleşisindeki tavırları da aynı derecede etkileyiciydi, izlemenizi öneririm festivalin youtube kanalından. 
iguana, tokyo; deniz ülkü & saadet ışıl aksoy
yön: kaan müjdeci
aklımdan çıkmayan bir diğer filmse kaan müjdeci'nin iguana, tokyo'su. film, başlığından oyuncu yönetimine, ödüllü sanat yönetimine (meral efe & yunus emre yurtseven) ve kurgusuna kadar her şeyiyle çok vizyoner, müjdeci'nin kendiyle yarıştığını söylüyordu. sivas'tan sonra oyuncularla ilişkisi en çok üstünde durulması gereken yönetmenlerden olduğunu düşünüyorum müjdeci'nin. tokyo'da yaşayan türk bir aile evlerine M2 isimli bir sana gerçeklik oyunu taktırırlar. bir süre sonra arzular, rüyalar ve gerçek hayat birbirinden ayırt edilememeye başlar. saadet ışıl aksoy her zaman olduğu gibi parlıyordu, ertan saban japoncasına hayran bırakıyordu. küçük oyuncu, çekimler sırasında 14 yaşında olan (hem kendi hem de annesi meşhur casting direktörü harika uygur tarafından adaşım olan) deniz ülkü ise inanılmazdı. meslek olarak oyunculuğu seçmesi belki sürpriz değil ama önünde başarılarla dolu bir yol olduğu mutlak. ayrıca iguanaları çok severim. :) 
cehennem boş, tüm şeytanlar burada; öyküsu özyürek
yön: özgürcan uzunyaşa
kısalardan da kısaca bahsetmek isterim çok sıkmadıysam. 
12 filmlik çok güzel bir seçki izledik, bir iki filmin hangoverıma kurban gitmesi haricinde hepsinden çok  etkilendim. açıkça söyleyeyim aforoz'u beğenemedim. koyun ve kule tam benlik hikayeler sunmalarına rağmen dikkat dağınıklığımın kazandığı işler oldu. 
festivali kazanan ben tek, siz hepiniz (nükhet taneri & barış kefeli) ve jüri özel ödülünün sahibi cehennem boş, tüm şeytanlar (özgürcan uzunyaşa) burada benim de favorilerimdi. her ikisi de mükemmel seviyesinde, cehennem...'in başrol oyuncusu öyküsu özyürek'in ismini bir yerlere kaydedin, onu daha çok izleyeceğiz. aklımda kalanlardan ve uzun metraja dönüşmesini beklediğim birlikte, yalnız (kasım ördek) var bir de. tek yön (hakan arslan & kerem yükseloğlu) ve fırtına (esme madra) da benim için öne çıkan diğer iki yapımdı. 

son söz, kendi instagram postumdan alıntılayacağım izninizle.
ilk antalya’mı mümkün kılan herkese çok teşekkürler başta festival organizasyonu olmak üzere öncelikle bunu söylemek isterim.
festival ortamlarının ne kadar dolu, ne kadar heyecanlı, ne kadar zengin sohbetlere açık yerler olduğunu unutmuşum, hatırlattı. bir çeşit kamp, herkesin derdi aynı, herkesin bir masası, bir grubu var ama kapsayıcı kümeler genelde bunların hepsi.
çok güzel filmler izledim, güldüm, ağladım, şaşırdım. ödül törenini oscar, emmy ve golden globe’larda yaptığım gibi ‘dakika dakika’laştırmak isterdim, seneye artık.
sinema salonlarına her girdikten sonra bir kez daha emin oluyorum ki, o da film sinemada izlenir. kendimize bu hakkı tanıyalım, buna öncelik verelim, takip edelim, bütçemize en uygununu, en müsaitini bulalım, ama sinemaya gidelim. bu fimlerin pek çoğunun vizyon yüzü bile göremeyeceğini ya da gişeden eli boş döneceğini bilmek çok üzücü. dijital platformlarla doğru anlaşmalar sağlanması, bol bol özel gösterimler düzenlenmesini temenni ediyorum.
bu hızlı günlerin ardından başka bir düzene alışmak zor olacak, ama başaracağım elbet :)
deniz