ayvalık notları


bu sene 14-19 eylül tarihleri arasında gerçekleşen ayvalık film festivaline ilk kez davetli olarak katıldım. programla ilgili heyecanımı önceki yazımda paylaşmıştım zaten, bu cümlenin içine de tekrar linkledim. aşağıda adını göreceğiniz filmlerin pek çoğunu filmekimi'nde yakalayabileceğinizi de söyleyeyim şimdiden. ayvalık, yıllar sonra ilk kez bu sene aralıkta gelip yazın da geri döndüğüm, her ayak bastığımda da kendini bana daha çok sevdiren bir beldemiz (belediye başkanı gibi konuşacağım bundan böyle) oldu. bu küçük şehir o kadar kucaklayıcı ki, festival organizasyonu da bunun altını öyle güzel çizmiş ki seçtikleri etkinlik mekanlarıyla! filmleri vural sineması ve sanat fabrikası'nda izledik. amfitiyatro'da da hava izin verdiğince her akşam açık hava gösterimleri yapıldı. bunun haricinde ise hemen her akşam davetlilerinin kaynaşmasına imkan sağlayan buluşmalar yapıldı askev/melin kafe, kürşat zeytin evi ve aima gibi şehrin kültürel ve estetik mirasını en çok yansıtan yerlerinde. bu keyifli davet için bir kez daha azize tan başta olmak üzere güler yüzlerini bir an olsun sakınmayan merve (genç) ve cansu'ya (uzun) kocaman teşekkürler.



ayvalık koreeda hirokazu'nun cannes'dan en iyi senaryo ve kuir palmiye belgeli canavar/kaibutsu/monster'ıyla başladı. yüksek başladı yani. üç bölüm/bakış açısından oluşuyor film, üçüncü bölüme gelene kadar da pek çok soru işareti ve hayal kırıklığına uğrama korkusuyla devam ediyor, fakat işte sonra o üçünü bölüm geliyor ve konuyu bir güzel toparlamakla kalmıyor insanın da kalbini yerinden söküyor. başrolde 12 yaşlarında iki velet var ki aman allah'ım. içinize içinize işliyorlar. 


canavar/monster'la başladı dedim ama aslında yine bir cannes yarışma filmi olan bir skandalın peşinde/may, december'ı izledik açılış gecesi belimiz ve dizlerimiz büküle büküle amfi tiyatroda. ortam şahane de olsa insana yaşlandığını hisssettiriyor bu tip oturma düzenleri. hatta şahsen hiç bi koltukta rahat edememe gibi bi özelliğim olduğunun net bir şekilde farkına vardım bu festivaller boyunca. uzun boylu filan olsam anlicam, koltuklara sığmam taşarım dicem ama öyle de değil ki, neyse. pozisyondan pozisyona girdim 10 gündür izlediğim onlarca film sırasında ama arkamda oturanlardan uyarı almadan iki festivali de bitirmeyi başardım allah'a şükür. julianne moore ve natalie portman'ın başrollerinde oynadıkları todd haynes filmine gelecek olursak da bol bol kuru kahkahalar attığım, her bir oyuncunun da performanslarını alkışladığım, belki bi 20 dakika kadar uzamış da olsa akıcı bir filmdi may, december. konularını, izlemeden okumama alışkanlığım yüzünden başlarda kimin kim olduğunu anlamakta zorlandım ve bu gizem duygusu ve hafiyelik hoşuma da gitti o yüzden bahsi geçen skandalın ne olduğundan bahsetmiyorum şimdi burda.

ken loach'ın umudunu kaybetme/the old oak'u 87 yaşındaki yönetmen artık bir dursa mı diye düşündürttü bana. kamu spotu gibi filmler çekeceğine hiç yorulma daha iyi derdirtti.


ikinci güne güvenli bir yer/sigurno mjesto/a safe place'le başladım. bu hırvat filmi boyunca sık sık bir dönem yakın arkadaşlarımdan birinin bir dönem hırvat bir sevgilisi olduğunu hatırladığımdan dikkatim dağıldı. filmin konusuyla uzaktan yakından alakası olmayan bu gönül meselesini aklımdan çıkarmayı bıraktığım anlarda da karşımda yalın anlatımını çok beğendiğim fakat karamsar dünyasında biraz kaybolduğum bir film buldum. intihara teşebbüs eden kardeşini kurtaran bir adamın bu iki günlük hikayesi bana bir de lone scherfig'in 2002 yapımı wilbur wants to kill himself'i düşündürdü sık sık. gencecik bi mads mikkelsen görmek için de göz atabilirsiniz, yıllar önce istanbul film festivali'nde izlemiş ve çok sevmiştim. burada yükselişteki balkan realizmi öne çıkıyor daha çok (bak bak laflara bak). performansları çok beğendim, ama yine bi 15-20 dakikasını atabiliriz gibi. 

güvenli bir yer'den sonra tüm festival boyunca aklımı en çok meşgul edecek filmlerden olan şeflerin aşkı'na (filmin isimleri say say bitmiyor: la passion de dodin bouffant, the pot au feu bir de the taste of things; seç beğen al) girdim koşa koşa. salonda yer neredeyse kalmamıştı ve vazgeçmek üzereydim ama neyse ki böyle bir şey yapmamışım. juliette binoche ve meğer 90'larda sevgili olup bir de birlikte çocuk yaptığı benoit magimel'in (kaçırdığıma inanamadığım bir tuz biber) başrollerinde oynadıkları filmin yönetmeni murakami'nin norwegian wood'unu sinemaya uyarlayan vietnamlı anh hung tran. neredeyse tamamı mutfakta geçen film yarım saat süren bir yemek hazırlığı sahnesiyle açılıyor. karnınız aç gitmeyin uyarısı yapılmış olmasına rağmen aç gitmiş olmamız aslında sonucu çok da değiştirmedi çünkü o sahneleri izlerken tok da olsanız acıkırsınız ve midenizdeki boşluğu da dolduracak hiçbir şey bulamazsınız gördüklerinizin güzelliği, zarafeti, armonisi karşısında. şiir gibi akan film ve oyunculukarla (küçük oyuncu!) iki buçuk saate yaklaşan süresini asla hissettirmeyen son sahnesindeki kamera hareketi ve diyaloglarıyla kalbinizin ortasına fil gibi çöken bir film. cannes'dan en iyi yönetmen ödülünü alan film fransa'nın oscar adayı olarak atandı bu arada. festivalin büyük galibi altın palmiyeli justine triet bunu kadın yönetmenlere atılan bir kazık daha olarak yorumlasa da oscar jürsini etkileyecek bir film olduğu muhakkak. triet'nin anatomy of a fall'unu ise adana'nın ulusal yarışmasını takip etmeye çalıştığım için ne yazık kki izleyemedim, filmekimi'nden ümitliyim ama henüz açıklanmadı... şeflerin aşkı ise programda.

bel büken koltukları hafızamda henüz canlılığını yitirmemişken aki kaurismaki sevgime ve yine prömiyerini cannes'da yapan yeni filmi sararmış yapraklar/fallen leaves merakına yenik düşerek günün üçüncü filmi için soluğu amfitiyatroda aldım. o akşam bir de o ünlü ayvalık rüzgarıyla tanıştım ama bunların hiçbiri o şahane filmden ve yönetmenin herkeslere ilham olmasını dilediğim sinema dilinden beni alıkoyamadı. yine şahane karakterler, yine wes anderson'ı kıskandıracak  planlar, sapsade, belki bazılarına mesafeli gelebilecek oyunculuklar ve kara komedi diliyle dolu dolu bir 80 dakika hediye etti bana, bize, filmi izleyecek herkese. sağ olsun, varolsun.


sondan bir önceki gün iranlı yönetmen jafar panahi'nin film içinde film (hatta içinde bir film daha) konseptiyle inşa ettiği ayı yok/no bears'le başladı. filmde kendini oynayan panahi'nin saklanmaya gittiği köyden filmini yönetmeye çalışırken bulunduğu yerin yerel bir krizinin ortasında kalışını, bir yandan da filmindeki oyuncuların kendi hayatlarındaki krizleri ortaya koyuyor. gösterimin hemen ardından yapılan söyleşiden önce ise, mahsa amini'nin öldürülmesinin birinci yıl dönümü dolayısıyla iran'da yeniden başlayan protestolar sırasında ayı yok'un yapımcılarından nader saeivar'ın yeni filminin başrol oyuncularının tutuklandığı, eylemlere katılan panahi'ninse tutuklanma ihtimalinin olabileceği bilgisi geldi. salona karanlık bir bulut gibi çöken bu bilgi sonrası buruk buruk ayrıldık olay mahalinden. sonra line producer arkadaşımız sinan yusufoğlu ve filmin kurgucusu amir etminan'la oturup sohbet etme ve özellikle de iranlı etminan'ın bu durumlarla fazlasıyla yüzleşmiş olmaktan gelen dinginliğini gözlemleme şansı bulduk da biraz daha iyi hissettik.

gün, adana'nın büyük galibi, umut subaşı'nın sanki her şey biraz felaket'iyle devam etti. yerli yapımlarda nedense pek kaşılaşmadığımız şehir yaşantısına, diline ve genç nesle odaklanıyor olmasıyla, benimsediği sade biçimselliği ve kara mizah anlatımıyla hızla içine aldı beni film. gösterimin hemen arkasından ayvalık'ta yeni bir senarist ödülünün de sahibi olan subaşı, yapımcı cemre erül ve oyunculardan melisa bostancıoğlu'nun katılımıyla gerçekleşen söyleşide yönetmenin konusuna hakimiyetini gördükten sonra bundan sonra yapacaklarını izlemek için daha da heyecan duyduğumu da söylemek isterim. sanki her şey biraz felaket'in adana altın koza'da üç ana ödül: en iyi film, en iyi yönetmen, senaryo ve siyad en iyi film ödüllerini de aldığını belirteyim. gecenin en büyük ve güzel sürprizi oldu.


ayvalık'ta son günüm vurgun yemek/narcosis'le başladı. filmde babasını kaybeden bir ailenin melodramını izliyoruz. annenin psişik güçleri var fakat kocasıyla iletişim kurmaya çekiniyor, kimseyle de pek iletişime geçesi yok zaten ölü ya da diri. iki çocuk var bir de ortada ve çok tatlılar-oğlan genç bir caleb landry jones hatta. herkes çok iyi oynuyor, fakat martjin de jong'un filmi duygularımızı sömüren cinsten. hollanda'da doğanın içinde harika bir evde yaşıyorlar ve başroldeki thekla reuten çok güzel vintage 501'ler ve gömlekler giyiyo bir de. 



gün kavur'la devam etti. melankolik altyapı burda bir de üstüne kasvet eklenerek devam etti. yönetmen ömer kavur'un iç hesaplaşmalarını, hayata nasıl başladığını ve son günlerini anlatan belgesel kalbime dokundu fakat bir yandan da çok hüzünlerdi, kaygılarımla çok baş başa bıraktı beni. yöneten 1995 doğumlu fırat özeler.


ayşe polat'ın kör noktada/in the blind spot'ı almanya'da yaşayan yönetmenin mirasçı ve ötekiler'le başlayan üçlemesinin son halkası. istanbul film festivali'nde en iyi film, senaryo, kurgu ve fipresci ödüllerinin sahibi olan film üç bölümden ve üç bakış açısından anlatıyor hikayesini. ilkinde kuzeydoğunun ücra bir köyüne çekim yapmaya giden bir belgesel ekibi izliyoruz, ekip köye hatice isimli, 26 yıl önce oğlunu kaybetmiş cumartesi anneleri'ne ilham bir kadınla röportaj yapmak için kürt çevirmenleriyle gidiyor. kürt çevirmen aynı zamanda melek isimli komşu kızına da ingilizce öğretiyor. melek'in gizemli bir arkadaşı var, küçük kıza aktardığı bilgiler yüzünden etrafındaki yetişkinleri sürekli tedirgin ediyor. kızın babası karanlık bir örgüt üyesi, polis desen değil korkunç başka bir katmanda işler beceriyorlar ekip arkadaşlarıyla. sürekli bir izlenme ve takip edilme hissi hakim filme, şahsen ilk bölümündeki hatice'nin gerçek olmayan ama ne yazık ki gerçek pek çok versiyonu olan hikayesi beni çok etkiledi. son ana dek düşmeyen temposuyla film, dokundukları, bakışlarıyla ekranı delip geçen çocuk oyuncusu çağla yurga ve babasını canlandıran ahmet varlı ile bir an önce izlemenizi isteyeceğim türden.


ayvalık, nasıl seks yapacağız/how to have sex'le bitti. görmeyi çok istiyordum fakat bir amfitiyatro tecrübesine daha hazır değildi omurgam, bu sebeple festivale veda ettim diye düşünürken hava şartları nedeniyle başka bir yere alınınca gösterim, kaderime razı gelip gittim izlemeye. başroldeki tara'nın ruh halini çok iyi anladım, hissettim, fakat cannes'da un certain regard/belirli bir bakış bölümünde yarışan ve büyük ödülün de sahibi olan filmin mesajı net değil; kötü, kaba, bencil insanlar olduğu kadar iyi insanlar da vardır, hayır demeyi öğrenin, gençliğinizin tadını çıkarın ama içkiyi abartmayın ve derslerinize çalışın gibi mesajlar aldım ben örneğin. 

...